24 Mayıs 2010 Pazartesi

selebiriti tabi ne sandındı?

geçen hafta ilk önce bir tiviti çalınan ve daha sonra "normal ünlü" bir kimse tarafından (canım mserdark) bir tivitim ritivit edildiğinden mütevellit (hoş rt edilen tivitim bi anlamda mserdark'nın şeysi sayılır ama orası pek mühim değil) ben de artık bir tivitır selebiritisi oldum. evet. dolayısıyla starlığım zedelenir diye artık kimseyle kolay kolay konuşmuyorum bir tek yakın arkadaşlarım o kadar. ve bittabi çok az tiviti yazıyorum mümkün mertebe de aforizma oluyo zaten artık. hı hı evet.



neyse ünlü olmayı bi kenara bırakalım(bu havaların da hastasıyım, tam cem yılmaz modeli, şunu içmeden uçamıyorumcular) neler neler oluyor aslında. kpds açıklandı ya bugün. deneme çözerken genelde ilk 50 soruda şahhane hatalar yapıyodum sonraki 50 soruyu daha akıllı uslu çözüyodum. sınav sonrası yine cevaplara bakıncası yine normal performansımı sergilemişim. ilk 50 soruda 20 hata yaptığımı görüncesi dedim artık gerisine bakmıyım kesin geri kalandan da kemiksiz bi 10 hata yapmışımdır ve yine 70'in altında kalmışımdır, bühü dedimdi. fakat o da nesi sayın seyirciler? sen ilk 50 soruda 20 hata yap geri kalan 50 soruda 5 hata yap ve kap 75'i olacak iş mi, vallahi oluyormuş. negzel değil mi? direksiyon sınavı da pek şahhane geçti ondan da geçtim pek iyi not ile. iki sınavımın da sonucunu bugün öğrendim güzel bi kombo oldu hakkaten.

boluda artık iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki günler kadar kalabilecem. bi dahaki hafta bugün muhtemelen ankarada bi şeyler okuyo olucam. aslında 6 yılı kapatıp gitmek, daha zor olur gibime geliyodu benim. bi de birkaç ay öncesine kadar mayıs ayı sonunda taşınacağımı bilmiyodum hep ağustosta taşınıcam diye hesaplıyodum. hesaplar şaştı bikaç ay öne alındı. ama yani o kadar çok şikayet ettimki buralardan, şimdi giderken üzülüyo-muş gibi yapmak çok karaktersizce geliyo. bi bakıma tabi üzülüyorum, hem Fa'ama ile bu kadar vakit geçiremicez hem kendi düzenim olmayacak falan ama yine de buralardan gitmek en eski evime taşınmak yepyeni bi şeylerin de başlangıcı olacak bi bakıma. o açıdan gerçekten az üzülüyorum. 

hay dilimi eşşek arısı soksun ya. arkadaş tamam ingilizceye alıştıkça bi de internette gezinirken çok fazla ingilizce kelimeye ve tabire rastlayıncası bi de bi de türkçede tam karşılığı olmayan ama ingilizce söyleyince ve karşıdaki anlayınca cuk diye oturan şeyleri öğrendikçesi coşuyorum ben. geçen gün "phrase"'in türkçesi gelmedi aklıma. hatta tivitıra bi şey yazıcam bikbikbik tabiri diycem diyemiyorum bikbikbik phrase'i diyesim geliyo alla alla dedim neydi bunun türkçesi sonra açtım baktım sözlükten hah dedim ya "tabir" ne de severim yani güzel bi kelimemiz kendisi. diyeceğim odur ki o kadar fazla sayıda türkçe kelimeyi bilmemle birlikte çok az kaldı-ramak kaldı daha hoş sanki- teslim bayrağını çekecem, artık komple "ığğğ, aııımm, siz türkğğler nasil diyorğğ" moduna geçecem.

artık bütün kadınlar seksi arkadaş. bi ben kaldım. artık herkes bir bihter(adı batasıca) oldu başımıza. dapdaracık bi kot, altına topuklu her renk bi ayakkabı. ben bile ne kadar sıklıkla görürsem göreyim bi baştan aşağı süzüyorum. ki gerçekten bi şehvet yok değil. herkese olmuyo kabul ama bi kısmına çok yakışıyor sapık muamelesi görmesem yanaşıp çok yakışmış negzel olmuş dicem ama sanmıyorum ki bunu bi kere bile başarabileyim. artık yakın çevremde giyen biri olursa onlara şey ederim.

şimdi bu göksel ikidir retro albümler yapıyo ya ilk albümünü ben daha bi bayılarak dinlemiştim, ki tam da bi sene oldu sanırım ikinciyi çıkarttı. valla bence kolaya yatıyo bu kadın. gerçi ne kadar kolaya yatsa da neticede başarılı bi anlamda. ama diyeceğim o değil. şöyleki şimdi bu göksel insanının bu iki retro albümünden önceki albümlerindeki birçok şarkısı böyle bi tam benim nefret edeceğim türden, belki içinde kıskançlık da var şimdi kendime yokuş olamıycam ama yani gerçekten nefret edilmeyecek gibi değil. o nasıl bi sevgi, o nasıl bi aşk arkadaşım "sensiz ben bi bok etmem" minvalinde şarkılar yürüyor gidiyor. arkadaşlar onu bunu anlattı ben oturdum kalktım hep seni anlattım bi seni konuşurum bikbikibik, bu ilk aklıma geleni. ki albümlerinin çoğu bu tandasda şarkılarla dolup taşıyo. o yüzden ben ChimiChanga'ya zamanında demiştim bu kadının bu kölen olurum köpeen olurum tarz şarkıları çok disgastingg(ChimiChanga tabiridir kendisi, çok komik ondan kullanıyorum, yoksa türkçesini de biliyorum, yivranç). şimdi bu iki retro albümü hariç bi günden bi güne bi göksel albümü dinlemedim bu sebeplerden. fakat bu retro albümleri dinliyorum. en sevdiğim ChimiChanga ile de konuştuktu bunu zamanında, hatta o demişti (bak hemen farafreyz ettim) "ya kızım sen retro albümleri beğenerek dinliyosun ama gökselin kafa aynı kafa bak bi sözlere" demişti. ki dinliyorum hakikaten öyle. ama yine de bu albümlerin tonu pek hoş, dinliyorum ama bi daha retro albüm yaparsa gidip ağzına vurup "sıs lan" biraz daha üretken ol bu ne diyebilirim.

ankarada uzun zamandır birkaç gün üstüste kalamamıştım ne zamandır. yaseminle buluşuncası dost'a gittik ben bikaç kitap aldım. esasen sadece üç adet kitap alacaktım fakat uzun zamandır alamadığımdan mı artık nedir bilemiyorum 5 adet kitap aldım. bence biraz da dost illüzyonu bu. zira dost kartınız olunca 6'ya bölüyolar sanki hiç ödemiyosun gibi oluyo. 5 kitaba 14 lira veriyosun çıkıyosun gibi oluyo. gerçi benim için gerçekten öyle oldu. zira bundan sonraki zamanlarda herhangi bi yerden düzenli bi gelir elde edemeyeceğim en az üç ay hem de, o yüzden taksitleri babama itekledim o ödeceyek. ben de okuyacam. oh mis, baba parası en güzeli zaten. dönüp dolaşıp 6 yılın sonunda şu noktaya gelmiş olmam da (aldığım kitaplardan birine ithafen) tam bir dublörün dilemması oldu. [parantez içi yazmasını normal yazmalardan daha çok seviyorum galiba. çünkü parantez içleri konuşma anında aklına gelenleri araya sıkıştırma tonunda bi şey.]

son olarak, kısmen tecrübe ettikten sonra "çocuk da yaparım kariyer de" lafının ne kadar boş bir cümle olduğunu sizlerle paylaşmak isterim(aa ilk defa karşımda birilerinin olduğunu yazılı olarak kabul ettim, artık bundan sonra gelsin sevgili okur, gitsin en sevdiğim okur). çarşamba günü ankaraya gittiğimde sevgili annemin yine birtakım aksiyonlar için evi terkettiği gerçeğiyle yüzleştim. ki bu ilk değildi ve son olmayacaktı eminim. ben lisedeyken de böyle "istanbul'da cenaze var imiş ona gideyim iki güne dönerim" diyip 2 hafta gelmemeler, "babaannem kalça kemiğini kırmış, ameliyata alacaklarmış, kan lazımmış, kan verip geleyim" diyip tam 28(yazıyla yirmisekiz) gün gelmemişliği var. bu sefer de yine bir cenaze haberi ile sivas yollarına düşen annem, cenaze töreninin ardından anneannemi de alıp antalya'ya dayımlara gitmiş ve ne zaman döneceği belli değil. ben ankaraya gittiğimde daha sivasa gitmişti yani kesin en az bi hafta sahalardan uzak kadıncağız. küçük kız kardeşim(ne küçüküğü ya eşşek kadar 21 yaşında) yemek yapmayı pek sevmediğinden bi yandan da dersaneye gittiğinden boşalan anne kadrosuna hemen beni atadılar. bi taraftan da bi makale işi var çoğunu yapmıştım ama birkaç eksiği var ki valla çok zor işlermiş bu yazma çizme işleri bi de kimden ne okuduysan alıyosun referans gösteriyosun falan, bildiğin kıl tüy iş. neyseki evde çalışma şansım var. sabah 7'de kalkıp kahvaltı hazırla sonra çok geç yattığından, git biraz daha uyu, sonra kalk kahvaltı et etrafı topla, işini yap aaa saat ne çabul altı oldu ya du akşam yemeği için bi şeyler yapayım, yemek yap, hep beraber ye, bulaşıkları topla ve (burada ve diyince milliyetçi hareket partisinin 40. yılı dicektim çok az kalmıştı) aa saat ne çabuk 10 olmuş ben biraz daha çalışayım ve uyu.

arkadaş ben bu tempoya üç gün dayanamadım bırak bir yaşam stayla olsun. o açıdan kararım çok net. gerçi evlenmekle ilgili süper ümitsiz bi kimseydim zaten ama an itibari ile kesinlikle evlenmiyorum. böyle tek çok şahane. anne olmak, oraya hiç girmiyorum. full time bi kariyer bazında bi işim olacak, üstüne bi de full time annelik işi, yok ben almıyım sağolun, öksürtür o şimdi.

bi de şeyi dicem, illa çok sinir olduğum bi şeyden bahsediyorum her postta bunu da yine de sinir olduğum bi şey ile kapayayım. bakın buradan sesleniyorum, 

1.şu üç nokta ile ne alıp veremediğiniz var, her boka kullanıyosunuz?
2. hadi üç noktayı anladık gizem, böyle bi cümleyi bitirememe hali gibi, 5 ve üzeri nokta neyin nesi manyak mısınız?
3. madem bi türlü bitiremiyosunuz cümleyi kurmasanız daha iyi değil mi?
4. ünlem işaretlerini de yine saçma sapan yerlere kullanmaktan nasıl bi haz duyuyosunuz?
5. hele hele 5 tane soru işareti vurguyu çok fazla arttıran bi şey değil mi, neden bu zulmü yapıyosunuz?

bence yapmayın, gerek yok, uslu uslu yazın, bakın ben kullanmıyorum, bi şey olmuyo siz de deneyin memnun kalacaksınız. hem zaten noktalama işaretleri için en azından ctrl'yi kullanmanız gerekecek. ne gerek var. boşa israf.
bu hafta penguen görseli olan sigara çıkartması veriyor, muhakkak alın derim. ben de yazılı versiyonu var bi tane hala saklarım. ki, kendisi " şampiyonluğu kaybettik hükümsüzdür-fenerbahçe" dir. neşeli değil mi? bu seferkiler daha bomba. bi tanesi mesela deniz baykallı "ben partimi bıraktım bence sen de sigarayı bırakabilirsin". bence kaçmaz. siz de kaçırmayın.

reklamlar bitti. bi on saniye daha görünmek gerekiyo di mi reklamlardan hemen sonra bitmemesi gerekiyo. derken, bitti.

***Hoanes'in bizzat kendi şeysidir. ben de pek bayılıyorum bu şeye, tivitırla giriş yapıncası paylaşayım dedim.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

persembenin gelisi


ne zamandır bir şeyler yazayım diye düşünüyorum ama bi yandan da bi türlü toparlayıp şöyle eli yüzü düzgün bi yazı yazma şevkini kendimde göremedim. hatta bi de arada ikileme düştüm. yaşadıklarımı neden sürekli yazılabilirliği açısından düşünüyorum filan diye ama onu geçtim neyseki. velhasıl bu yazının ana teması geçtiğimiz ağustos ayından itibaren yaşamaya başladığım bu evde, birlikte yaşamak zorunda olduğum kadın cinsinin en zavallı türünü yakından inceleme fırsatını bulmuş olmaktır. aslında konuşulan konular her gün yazılacak bi şeyler çıkarıyo bana. ama ben konuşulanları duyduktan sonra cinsime yabancılaştığımdan yazmaya fırsat yaratamıyorum.

bu sefer konuşulan konu şudur, işte efenim malumunuz hepimiz 20 yaş üstü genç kadınlarız dolayısıyla evliliktir eştir konuşuluyo haliyle. ev arkadaşlarımdan biri bugün istanbuldan geldi ve öyle muhabbet ettik salonda, işte bi kuzeni varmış evlenmek istiyomuş  aslında. ama yanlış hamleler yapıyomuş falan. sonra 3. ev arkadaşımın ablası geldi salona. kendisi vizeler sebebiyle geçici olarak evde ikamet etmekte.  ardında da 3. ev arkadaşım kendisi geldi. ee ne konuşuyosunuz falan dediler. ben de dedim efenim kızlarımız evlenemiyor ,evlenmiyorlar. sonra bi münferit olay anlattı istanbuldan gelen arkadaşım. ardından ev arkadaşımın ablası "erkek dediğin bi adım önde olur her konuda" dedi. 3. ev arkadaşım da destek verdi. "neticede ben evlendiğimde evin masraflarını düşünmek istemem kendi kazandığım anca bana yeter zaten. kocam işte hayatım  spora gitme onu mutfak masrafı yapalım dememeli bana" dedi. "bu yüzden evi arabası iyi bir işi olması çok önemli. neticede ben kendi ailemle yaşarken zaten aileme destek olmak zorunda olduğum için istediklerimi yapamıyorum evlenince de aynısı olsun istemem" dedi. ben de dedim ki "e şimdi birlikte yaşadığın ailense evlenince de kocan senin ailen olacak ev senin olacak kocanın evi olmayacak ki, o eve destek vermemek anlamsız değil mi ?"dedim. "yok ya olur mu öyle ben kendimi geçindiririm evi erkek geçindirir" dedi. 3. ev arkadaşım da tam gaz desteğe devam etti aynen.

yani bu çok anormal bi şey gibi görünmeyebilir ama işte bu kuş beyinsiz (kuş beyini kadar bile olduğundan şüpheliyim) kadınlar yüzünden hala daha fazla bilen,okuyan, araştıran ve daha eşit düşünen kadınlar neredeyse her gün hakarete uğruyolar. hakaretten kastım da küfür değil. bi adam kadınların genel olarak yukarıdaki gibi düşündüğünü varsayarak yaşıyo doğal olarak. ve bunun da uzantısı olarak bi kadınla karşılaştığında yukarıdaki düşünce gibi her düşüncesinin bu doğrultuda olduğuna inanıyo. dolayısıyla kadın dediğin futbol teknoloji, daha doğrusu üzerine düşünelecek herhangi bir konuyla ilgili katiyen bi şey bilemez. teknik olarak mümkün değil. ki erkek olsam ve yukarıdaki gibi düşünen kadınlarla tanışsam veya onlarla aynı evde yaşasam ben de böyle düşünürdüm. ama yani bi erkek düşünmeyi bilmeyen kadın muamelesi yapsa bana ben bunu hakaret olarak alırım. şimdi buradan da değişik bi sexizme gelmiş gibi oldum, kadının kadına yaptığını kimse yapmaz diyip arabesk de bi finiş bile yapabilirim ama derdim o değil.

derdim şu, bu kadar zavallı kadınlar yetiştirmeye devam ettiğimiz sürece, (ki buna her ailenin katkısı muazzamdır) evlendiği zaman çalışıp kazandığı parayı alış verişe harcama planları yapmayan her genç kadın toplum tarafından marjinalleştirilmeye ve dışlanmaya, dolayısıyla yalnız kalmaya mahkumdur. onlarla sadece spesifik konular üzerinden bilgi teatisinde bulunursun ve ötesini düşünmezsin. toplumu oluşturan her bireye buradan sesleniyorum, yazıktır yapmayın böyle beyinsiz kadınlar yetiştirmeyin artık, aklı başında olanları da marjinalleştirip toplum dışına itelemeyin. cinsiyetle kimin ne alıp veremediği var onu da çok net görebiliyorum ama artık şartlar değişti, düşünebilen kadınlar erkeklerin iktidarlarına çomak sokma çabasında değil zaten şayet erkek-kadın dengesi oluşturulabildiği takdirde erkek de bunu farkedecektir, zira her şey kabak gibi ortaya çıkacaktır.

kadınlar ve futbol ile olan ilişkileri şeysini bikaç bi yerde okudum bu olay da üzerine gelince dabıl dabıl oldu. bırakınız kadınlar düşünsünler efenim.

konuyu da çok alakasız bi şekilde bağlayayım, evde futbol maçı izleme şansım olmadığı için başka şansları da yaratmadığım için ben de looking for eric'i tekrar izleyeyim dedim. fransızca öğrenmeye çalışıyorum şu sıralar. eric contana'da filmde fransızca konuşuyo bazı bazı. adamın ilk kurduğu cümleyi anladım pek sevindim. filmdeki adam sen king eric olamazsın fransızca bi şey söyle dedi, king eric de "je suivi eric contana" dedi ben de cumartesi akşamdan beri durup durup jö süvi diyordum king erict'en duyuncası pek hoşuma gitti. darısı diğer bütün fransızca cümlelerin başına diyorum. 

yaklaşık bir ay önce filan yazmıştım ben bunu ama niyeyse yayınlamak istememişim o zaman. kimbilir ne düşünüyodum. şimdi bişiler karalarım belki diye girincesi du bi eskilere bakayım dedim bunu gördüm cümlelerini değil ama azıcık şeklini değiştirdim olduğu gibi koyuyorum yukarı. 
aslında şu anda yine kendimle güreş tutuyorum. hani insanın kendine alışamaması hali bazı davranış kalıpları çerçevesinde çok uzun sürebiliyo ya benim de var bi davranış kalıbım. karakterimin de önemli bir parçası. ama bence en gereksiz parçalarından biri. onu törpülemeye çalışıyorum şu bikaç gündür. böyle böyle bi şeyler yazarım dedim hatta fenerbahçe ile ilgili bi şeyler yazacaktım. ama neyse arkası yarın olsun.

"eticin gülsün dünya gülsün" buna bi ayar bi uyarlama yapıcam ben ama tam oturtamadım kafamda. ama özet olarak dünya ben oluyorum, eticin biri oluyo, önemsiz olması gerekirken beni güldüren şey olduğu için mutlu oluyorum, sonra hayaller, sonra rüyanda görürsün ancak modu. yemiycem bundan sonra eticin filan.

13 Mayıs 2010 Perşembe

yazıyorum yazıyorum bitmiyor


çok değişik bi şey. böyle bi nası yazma isteğim var anlatamam. çılgınlar gibiyim şu an ya. tivitırdan millete laf atıyorum. formspringde soru soruyorum bi yandan cevaplıyorum. bloglara bakıyorum, mail atıyorum insanlara filan. bi yandan da daha akademik kaygılarla bi yazı yazmaya çalışıyorum. ama değişik bi döngüye girdim. şöyle ki, akademik yazıyı yazmak için tabi ciddi ciddi oturup okumak, düşünmek gerekiyo ve ben bundan zerre şikayetçi değilim gerçekten yapmak istiyorum bunu. ama bi yandan da işte böyle bi sosyal medya aracılığı ile sosyalleşmeye çabalıyorum. hatta bakınız bloga yazı yazıyorum. yani ama ne yapayım çok eğlenceli bi şey bu soğşıl medya ya, öyle değil mi? gerçi tivitırla ilgili birkaç derdim var ama gülü seven dikenine katlanır demişler ne yapacan idare edecen.

bu Suzan Kardeş'in Makyaj Odası Şarkıları ne kadar güzel bi albümdür ya. çevir çevir dinle. gerçi albümle ilgili de cinsiyet bazında bi  fikrim var ama yine de birçok şarkısını özellikle cem yılmazı nejat işleri ve olgun şimşek'i pek severek dinliyorum. fikrim ise şudur, şarkıları neye göre kime göre seçtiler bilemiyorum. tabi şarkıları okuyanların ses rengine tonuna muhakkak dikkate almışlardır ama nası olmuşsa artık, albümdeki en güzel şarkıları erkekler söylüyor kadınlar ya çok tırt şarkıları (bknz: oya aydoğan domdom kurşunu) ya da orijinal haliyle yarışılmayacak şarkıları (bkz: özgü namal-ederlezi) okumuşlar üstelik bu kadınların okuduğu şarkılarda orijinal bi aranjman yok, erkeklerin öyle mi peki? yohh değil, gayet orijinal. ve kadınlar arasında en güzel şarkıyı okuyan da bizzat Suzan Kardeş'in kendisi, kendine torpil geçmesini anlayabilirim ama kadınlara böyle bi şey denk gelmiş olması benim hoşuma gitmedi. buluttan nem kapma şeysi oldu bu da ama ne bileyim böyleyken böyledir benim gözümde.




birkaç saat önce Say Anything diye bi film izledim. John Cusack'i zaten pek severim. film 1989 yapımı. ve Johncuğum nası toy nası sevimli nası şirin aman da aman, hanimiş de hanimiş. yani resmen John Cusack'in o dönemini yakalasam kaçırmazdım kesinlikle modunda izledim. bi de adamın benim izlediğim filmlerindeki karakteleri o kadar güzel ki, insanda böyle bi adamla iletişim kurma ihtiyacı yaratıyo, yani yakalasam johncuğum evlen benimle evimin erkeği ol dicem, o kadar ki hoşuma gidiyor. izlediğim film için bi yerde şey okumuştum, bu film kötü eleştiri almayan ilk 50 film arasındadır. hakkaten aslında filmde bi sürü açık var bişiler var böyle bi zaman-mekan algıları farklı filan. yine de izlerken gülümsetiyor mütemadiyen. pek şirin bi filmimiz kendisi. ha bi de Frasier'daki Frasier'ın deli babası da bu filmde oynuyo yine bi baba rolünde ama bu seferki baba çok değişik. türkiyedeki babaların hepsinin 50 yıl ilerisinde, ki yıl 1989 dikkatinizi çekerim.bi de ek olarak mini mini bi çocuk var orada 3-4 yaşlarında muhtemelen. allam nası şeker ya nası sevimli. ahan bizim oğlan

geçen sefer toplumun geneli tarafından pek çok sevilen bazı insanları ve diğer şeyleri sevmediğimi yazmıştım. bu sefer daha değişik bi şeyi itiraf edicem. Neşet Ertaş ile Beatles'ın şarkılarını kendileri söylediği zaman pek dinleyemiyorum ben. dur ya ikisini bi ayırayım. Neşet Ertaş'ı kesinlikle dinleyemiyorum, elektronik bağlama en kıl olduğum enstrümanların başında gelir zaten, hele bi de bozlak olayı var ki tahammülüm yoktur kendisine. ama bazı türkülerini pek severim Neşet'in, yalan dünya  başta olmak üzere. işte mesela bunu güzel sesli ve müzik altyapısı iyi olan birileri söyledi miydi nasıl da dinliyorum. Beatles içinse durum biraz daha farklı. Beatles'ın kendisini dinliyorum ki zaten kısa bi süre önce tanıştık kendileriyle. ama Across The Universe sayesinde şarkıların coverlarını dinleyincesi orijinalini dinlemek hiç içimden gelmedi. bu halleri daha çok hoşuma gidiyo. hele ki (across the universe filminden bağımsız olarak) Rufuscuğum across the universi bi söylemiş ki dadından yenmiyor :)

son olarak mavi jeansin son reklamı ne kadar gerizekalıca olmuş söylemeden geçemiycem. kız "erkek arkadaş kotu" kelimelerinin ingilizceye tam çevrilmiş halini söylüyor anne şaşırıyor nece konuşuyosun diye ve kız da diyorki burası istanbul bikbikbik. vay gerizekalı seni demek geldi içimden ilk reklamı izlediğimde ve hala da aynı hissi besliyorum. mavi jeansin zaten bence stratejik olarak çok belirgin bi hatası var. o da şudur, şimdi bu mavi jeans oldukça pahalı fiyatlardan satıyo kotlarını, dolayısıyla onu alacak kesim belli bi kesim. ülkemizde dil eğitiminin sahip olunan gelirle doğru orantılı olduğunu düşünürsek (ki boyfriend jeansi minicik ingilizcesi olan da bilir de esas mesele o değil) bu adamlar direk kendi kitlesini gerizekalı yerine koymaya çalışıyo bence. ha bi de mavinin istanbul faşistliği zaten vardı ama bu son zamanlarda neden bu kadar yükselişe geçti anlayabilmiş değilim. dünya düzeninde yeni bi dalga oluşturan milliyetçi dalgaya mı kapıldı ne oldu?

bir postun daha böylece sonuna geldik. ben biraz mekansal ayrımcılık bakayım.

saygılar bizden efenim.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

ıvır zıvır vesaire


mutluyum. bi an yazınca fazla gibi göründü gözüme ama pek fazla değil. normal mutluyum. biz insan evlatlarının mutlu olmak içün bi sebebe ihtiyaç duyuyor olması başka bi tartışmanın konusu ama yine de genel geçerliliği kabul edilmiş bi yargı olarak ben de mutlu olmamın sebep/sebeplerini yazmalıyım. ama esasen bi sebep yok. ya da şöyle söyleyeyim mutsuz olmak için daha fazla sebebim var. sebebimsin gibi bi kelime geçen bi şarkı vardı di mi? neydi o sahi? 

mutluyum. çünkü ufak tefek neşeli haberler alıyorum etraftan. su akıyor yatağını buluyor filan. kısa bi dönem için bile olsa merkezi sınavlara girip çıkmaca yok. girdiğim önceki sınavların sonuçları yavaş yavaş belli oluyo. çok da fena değiller. bugün de Ales vardı başımızın belası. gerçi ChimiChanga pek seviyomuş alesi ve sorularını ama neyse bişi demiycem. gerçi bi adet Lost ile ilgili bi de futbolla ilgili bi soru vardı. sınav sırasında neşe verdi moral buldum diyebilirim. yine de saçma buluyorum alesi. saçmasın.

neden saçma bu ales? çünkülüm hem yüksek lisans yapmak isteyenler hem de doktora yapmak isteyenler aynı sınava giriyorlar. üds'de olduğu gibi alan ayrımı yok, ki bu çok büyük bir sorun. zira sosyal bilim eğitimi almış tipler olarak biz matematikten ne anlarız? neyse matematiği geçiyorum hadi öss möss derken biraz bi şeyler biliyo olabiliriz ama saçma sapan ispat soruları, fizik alanına yakın soruları ben napacam ya??ben sosyoloji ya da uluslararası ilişkilerde doktora yapıp bu iki sosyal bilimden birinde uzmanlaşmak istiyorum ve bunun için neden matematik ve benzeri fen bilimlerinden bir veya birkaçı ile ilgili sorularla muhattap olmak zorunda kalıyorum? neyi ölçüyosunuz onu da anlayabilmiş değilim. alesten çıkıp diğer sınavların ne kadar saçma ve herhangi bi şeyi ölçmediğinden yakınabilirim ama yakınmıyorum. hatta çok alakasız bi konuya geçiyorum.

Barış Manço, Volkan Konak,  Selvi Boylum Al Yazmalım, 500 Days of Summer, Casablanca. sevmiyorum ben bunların hiçbirini. çeşitli sebeplerden sevemedim arkadaş. Barış Manço herkesin barış abisi oldu benim olamadı. 80'lerin tam ortasında doğmuş bi insan olarak tam bir televizyon çocuğu olmam lazımdı ama olmamışım, olamamışım, mışım diye anlatıyorum zira 3-4 yaşlarımdaki birkaç anıyı hatırlıyor olmakla birlikte ilkokula dair çok az şeyi hatırlıyorum ama televizyon izlemediğimi söylüyo hep annemgiller. o açıdan tam benim çocukluk dönemime denk gelen adam olacak çocuk poroğramı olsun, dünyayı gezmece olsun şarkıları olsun beni cezbetmesi gereken dönemde izlemediğim için cezbetmedi, daha sonra da artık çok geçti, cezbolamadım.  tabi rest in pis Barış Manço. Volkan Konak'ın böyle bi çözemediğim bi küstahlığı var. ben kendimi nası olsa halka kabul ettirdim her haltı ederim havası var. lümpen bi havalar filan. durup durup sevvvvvvvgilimmmmm diyor ya ağzının ortasına vurasım geliyor yeminle. Selvi Boylum Al Yazmalım desen ne bileyim ya sevemedim bi türlü, tabi bunu kamuya açık alanda dile getirmiyorum dayak falan yerim belki ne me lazım. bu summer hanım kızımızın filmine de sonuna gıcık olduğum için sevmiyorum. gerçi summerın bütün tavırlarına komple gıcığım her ne kadar zoey hanım kızımızın o değişik cazibesine kapılsam da filmdeki bütün tavırları beni deli ediyor üleynnn. casablancanın da bi tek "play it again sam"ini sevdimdi ötesinden hiç hazetmedimdi. ohh söyledim rahatladım.

bugünde böyle bi komple rahatlama günü oldu. tam güzel günler göreceğiz güneşli günler havasındayım, halbuki bugün buraya bi yağmur yağdı, pardon yağmak biraz hafif kaçtı bi su döküldü bi su döküldü hem nasıl yani inanamazsınız. bi de o yağmur geçtikten sonra nası bi kuşboku kokusu geliyo bütün şehirden buna daha da inanamazsınız valla öyle bi koku ki belli ağaçlara sürekli tüneyen kuşlar yüzünden güzergah değiştiriyorum, ağaçların yanından geçmemek için. böyle bi pis koku daha da yok bence.

karakter olarak çok dışa dönük bi kimse olduğumdan sürekli bi birilerinden bi fikirler alıyorum, bi de birileri bi şeyler söyleyince çok etkileniyorum söylediklerinden. mesela herhangi bi iş yaparken mümkün mertebe şikayet etmemeye çalışırım. bıçağın kemiğe dayandığı noktalarda isyan ederim ama genelde o evreye gelmeden iş güç bitmiş olur. ben işimi yaparken çok şikayet etmezken çevremdekiler "ya senin işin de amma zor ya, valla ben olsam dayanamam, bence kesinlikle bi tatile çıkmalısın, çok çalışıyosun" falan diyolar ya, hah ben tam o an bi triplere giriyorum ki hem nasıl. diyorum evet ya ben ne çok çalıştım yaptım ettim, tatil etmeliyim, kendime zaman ayırmalıyım falan. ama yavaş yavaş öğrenmeye başladım ya da dışardan bana yüklenen şeyleri kendimmiş gibi görmeye başladım her iki ihtimal sonucunda bi şeyler kendiliğinden oluyomuş havasına girdi bence bu da bi şeydir. öyle ya da böyle karakter dediğimiz şeyin alışkanlıklar kısmı yavaştan oluşmaya başladı. iyidir iyidir.

uyku ile çok ciddi dertlerim var. sadece uyku değil takıntılarım ve kendimi acayip şeylere bi cümle ile şartlıyor olmamla ilgili sorunlarım var. bunların içinden bi tek biyolojik saatimi çok seviyorum, maşallah çok güzel çalışıyor kerata. ama diğerlerini parça pinçik edesim var. misal, geçen gece yatağımın yakınlarında zararsız küçük bi böcek gördüm. evde yalnız olmanın da verdiği tedirginlikle kendi kendime "ben gece kesin uyanırım yine ya kesin yine saçma sapan bişeylerden korkucam" dedim ve tam bi saat sonra uykum tamamen kaçmış ve bi şeylerden de korkmuş bi şekilde uyandım bilgisayarımı açtım bi şeyler izledim ve iki saat sonra da sızdım. böyle zamanlarda kendimden nefret ediyorum. hayır madem huyumu biliyorum ne demeye kesin böle yapcam diyorum değil mi, madem biliyorum öyle olmaz ya ben mışıl mışıl uyurum derim ve uyurum değil mi?

takıntılı (kimilerine göre de yüksek standartlı, prensipli hayat diyebiliriz ama benimkisi tam takıntılı bence) olmak çok zor ya, hayatı zorlaştıran bi şey, istiyorumki üzerimde bi recep ivedik rahatlığı olsun. ohh böyle serbest, fıss, rahat. di mi negzel olurdu. ama malesef öyle değilim. kendimle güreşmek yerine alışsam iyi olur ya da madem bu kadar şikayetçiyim bi yerlerden değiştirmeye, değişmeye başlasam iyi olur. yoksa böyle böyle nereye kadar.

14 mayısta ufak bi aksiyon yapıcam, şu andan itibaren merak içerisindeyim bakalım nası olacak? bence ben fazla ümitlenmiyim pek bi şey olmaz ama yine de denemekten zarar gelmez, nası olsa ben kendime maksimum zararı verdim daha da ötesi olmaz.

pek kıymetli arkadaşım Emre (a.k.a Mavro) blog açmış efenim, kendisini her yerden destekliyorum. ciddi yazılar okumak isteyen herkesi bekliyoruz. henüz bi yazı var ama devamı gelecektir. ya da gelmeyecektir belki de ama en azından izlendiğini bilirse yazmaya daha istekli olabilir, allam heyranlarım benden yazı bekliyolar muhakkak yazmalıyım diyip sürekli bişiler yazabilir. ben aynı blogda dekoratör olarak görev yapıcam. en sevdiğim.


Edit: ha bi de tivitırda görünce aklıma geldi, ben okan bayülgeni de hiç sevmiyorum. tam körler sağırlar yapıyo. çok kaypak buluyorum kendisini. hele bi de 3 güne çıkardı programı. çüş  artık. neyseki televizyon izleme şansım! yok da bakmıyorum kendisine.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

ortaya karışık havasından



son zamanlarda birkaç kişiden birden duydum birbirine oldukça yakın cümleleri. ve fakat bu konunun bi şekilde çözülmesi lazım. zira insanların kalpleri gereksiz ve çözümsüz bi konu yüzünden ve yanlış bi açıdan ötürü kırılabilir. konu şudur; her bireyin karakterinde ve davranışlarında sahip olduğu/olmadığı ebeveynleri ve sahip olduğu/olmadığı kardeşleri ve de geniş ailesindeki bireylerle olan iletişimi oldukça etkilidir. özellikle ebeveyn, ailede kaçıncı çocuk olduğunuz bu durum üzerinde çok etkilidir. tek çocuk olmak, babayı veya anneyi çocukluk veya ilk gençlik  döneminde yitirmek, çok çocuklu bi ailenin çocuğu olmak farkında olmadan davranış kalıplarımızın hepsi üzerinde etkilidir. ki buna birilerinin itirazı olması asıl komik olandır gibi geliyo bana. yani mesela bi insanla iletişirken sen tek çocuksun ondan böyle bikbikbik demek karşındaki insanı kırmaktan başka bi işe yaramaz. çünkü tek çocuk olması onun inisiyatfiinde olan bi şey değil ve bunun bi suç olması veya davranışlarının sana göre yanlış olması aslında senin hatan. karşındakinin ebeveynleri ile olan ilişkisi de yine aynı şekilde koz olarak kullanılıyo ben de bizzat şahidim hatta bizzat başıma da geliyo bu durum. mesela babamla normalden farklı bi iletişimim olmasını insanlar sorun haline getirebiliyolar. sen şöyle davranıyosun çünkü babanla iletişimin böyle olduğu için şöyle empati kuruyosun bla bla bla. şimdi bu yapılan yorumun kime ne faydası var alla aşkına? gerçekten merak ediyorum, sürekli insanlarla konuşurken aile bağlarına vurgu yapmak herhangi bi şeyi değiştiriyor mu?

misal benim babamla iletişimim böyle olmasaydı farklı bi karakterim olacaktı. bu sefer de senin babanla iletişim iyi olmadığı için şu durumda böyle davranıyosun çünkü bla bla bla. ee ne oldu. hiçbi şey değişmedi değil mi? tabiki değişmedi, değişmeyecekti. zira bizler insan evlatları olarak sahip olduğumuz veya olmadığımız ebeveynlerimizle olan/olmayan ilişkilerimiz üzerinden kurguluyoruz kendi karakterimizi, buna da mahkumuz. o yüzden bi insanla bi şeyi konuşurken ebeveynlerle ilişki, tek çocuk olmak veya büyük çocuk olmak gibi şeyleri kişiler kendileri istemedikçe ve kendileri ile ilgili bir tespitte bulunmadıkları sürece karşındakinin yaptığı yorum worthless ve useless'tır. bazı zamanlarda bunu ben de yapıyorum o açıdan bi nevi kendime ayar verme şeysi oldu bu. mesela özellikle Pınarla ilgili başkalarıyla konuşurken cümleye genelde Pınar iki kardeşten görece uzun zaman sonra doğmuş ve son çocuk olarak daha şımarık yetiştirilmiş filan diyorum bi sürü insan için de yine buna benzer ifadeler kullanıyorum. farkettim ki bu yorumlar yıpratıcı ve gereksiz yorumlar .bi nevi günah çıkartma babında bunları buraya yazıyorum ki, kendimi kaybettiğim noktalarda bu yazı aklıma gelir ve silkinir kendime gelirim diyorum. bu tür cümleler kullanma alışkanlığımı tez vakitte bırakıcam işalla dinimiz amin.


bir içki masasında üç kız bi araya gelirse ve saatler boyu oturursa genelde yakışıklı erkekler, varsa sevgilileri, ailevi sorunları ve moda konuşulur, bol bol dedikodu yapılır ve fakat dünkü buluşmada Burcu, Pınar ve ben ezberbozan! bi şey yaptık masadan kalkarken de çok acayip kararlar aldık;

1. evlenmiyoruz (tabiki aday yok halihazırda, olsaydı bu kadar bol keseden atamazdık)
2. kesinlikle çocuk yapmıyoruz (deli işi, deli)
3. devlet bizi kesin yurtdışına yollayacak, günümüzü gün edicez. (umut fakirin ekmeği bi yerde)

tabi aynı masada ülkeyi ve türkiyeyi kurtarmayı atlamadık, toplumsal cinsiyet rolleri ve problemlerini konuştuk ama taksimde kimseleri sallandırmadan olaysız ayrıldık. Ayrıca hem Burcuyla hem Pınarla konuşmak çok iyi geldi. gerçi Pınarla pek verim alamadık bi geldi bi de gitti. artık acısını bi dahakine çıkarırız. ama Pınar gelmeden önce Burcu benle bi motivasyon konuşması yaptı. anam valla nası iyi geldi nası iyi geldi. her şeyi yaparımi şahaneyim moduna girdim hatta üzerine biraz kitap bile okudum, büyük gelişme :) yani eywallahing Burcu.

Burcu bana çok güzel desenleri olan krem rengi bi şal almış, hatta o kadar beğenmiş ki kendisine de alacakmış ama sadece bi tane varmış ve o bir tanecik benim oldu, evde Senem'e gösterdim baya yalvardı abla nolurr bana ver diye ama tabiki avcunu yaladı. zaten ben şallardan yana hep çok şanslı olmuşumdur. bundan önce de Tarık şal hediye etmişti bana ve o da pek güzeldi ve hala güzel.

üds'dir kpds'dir derken güzel türkçemizin deyim yerindeyse ağzına sıçıyorum resmen. arkadaş aklıma sürekli kelimelerin ingilizcesi geliyo. durumla ilgili inceden ayarı aldım ama elimde değil. azcık da kafayı yiyo gibi hissediyorum. hayır bi de azcık fransızca öğrenmeye başladım ya, oradan da birkaç kelime öğrensem artık konuşurken araya ingilizce ya da fransızca kelimeler sıkıştırmaktan ziyade araya türkçe kelime sıkıştırır duruma gelicem. aman diyim dikkat edeyim. ama işte bazı ingilizce kelimeler de çok güzel be, türkçe de tam karşılığı yok ama ingilizce söyleyince ingilizce bilen biri için tam anlamı vermiş oluyosun.


birkaç ay önce tivitıra şey yazmıştım. yok işte iki türk neden feysbukta fotoğraf altında ingilizce yorum yapma gereği duyuyolar anlamıyorum gerçekten. ki hala anlamıyorum ama buna benzer bi şeyi ben de yaptım gerçi sildim geri ama 18 yaşındaki kendini bulma uğraşında olan kuzenim Sevinç feysbukta duvarıma ingilizce bi soru yazdı ben de ingilizce cevap verdim. saçma oldu ama ayıp olmasın diye bikaç gün silmedim. ama artık yok neyseki. gerçekten çok anlamsızmış ve benim anlamamam normalmiş. kendim denedim gördüm.

vavieni izledim. aslında sinema bloguna yorum yazasım da var ama sanki üşeniyorum, öyleyse yarın.

sabah evden çıkıp boluya gelebilmek için değişik bi macera yaşadım. asrın hatasını yapıp normalde bindiğim sıhhıye dolmuşu yerine ulus dolmuşuna bindim ve 3 amca ve şoförün paralı askerlik-ergenekon konularında bağırarak sohbet ettiklerine tanık oldum. neyseki mp3 çalar hayat kurtaran bi cihaz ve beni de kurtardı sağolsun.

Ankara-Bolu biletleri ben birinci sınıftayken 8 lira idi, yoldan bindiğimizde 5 liraya bile gidebiliyoduk. 6 yılın sonunda fiyat 17 liraya dayandı ve son bi darbe. bu gelişimde öğrendim ki bilet 20 lira olmuş. 6 yıllık gedikliyim diye 18 lira almışlar babamdan. evet bu bileti babama itekledim yol parasından yırttım. arkadaş bıktım bu yollara para saçmaktan. mesela çankırı-ankara arası da 2 saat 15 dakika sürüyo bileti 7 lira bi şey biz veriyoruz 20 lira. neyse gerçi bikaç defa daha vericem bu parayı daha da vermicem. boşa cellallendim.

bu across the universe şarkısını şu abi çok güzel söylüyor, flasforwardda rastladığımdan beridir ki dinle dinle bıkmadım. tavsiye ederim.

soundtrack dinlemekten normal insan albümü dinleyemez hale geldim ama pişman değilim (doğrudur soundtrackleri de normal insanlar yapıyor ama tek kişi tek albüm değil, vurgu ona). soundtrack işi tam tembel işi. her albüm için değil belki ama genelde, adamlar belli bi tema çerçevesinde sana şarkı seçiyolar, sen de senin zevkine hitap ettiğini düşünüyosan güzel bi playlist edinmiş oluyosun otomatikman. pek verimli. özellikle the boat that rocked, bridget jones I-II böyle albümler. çevir çevir dinle hiç sıkılmazsın.


tivitır dolayısıyla tanıdığım, tanıdığım demeyeyim de bildiğim, yazdıklarını takiplediğim insanlardan birkaçı ile pek uzun sohbet edesim var. ve sohbet etme isteğimin tek nedeni, bazen bu takip ettiğim insanların anlatacak çok şeyi olmakla birlikte anlatmadıklarını düşünüyorum. yani aslında tam olarak şöyle, hani bazen insan hiç tanımadığı birinin duvar gibi karşısında durmasını ister karşısındakini duvar olarak kullanır ve kimseye söylemediği şeyleri pat pat anlatır. hah işte böyle duvar olmak istiyorum. biraz manyakçıl bi havası olabilir söylediğim şeyin ama ne bilim bunu yapmak istiyorum ama henüz bi girişimim olmadı bu konuda. her an olabilir tabi. çok ego dolu bi istek sanırım ya hero kompleksine yakın bile duruyo diyebiliriz hatta.


böyle kendime objektif olma çabalarımı gördükçe aklıma yurtta kantinde rastladıkça dalga geçtiğimiz bi özgün şarkısı geliyo. şarkının adını ve konuyu bilmiyorum ama içinde "kendime yokuş olurum" cümlesi geçiyodu. ben anca kendime yokuş olurum ya ahaha.


anlayamadığım birkaç konu var onlar da artık arkası yarın.


sevgiler bizden efenim.