27 Mart 2011 Pazar

hangisi daha kötü?

tanıyarak aşık olmak biraz daha zor, tam tanımadan şöyle bi göz ucuyla kontrol ettiğimiz ya da o an gördüğümüze inandığımız için aşık oluyoruz ya, bu aşık olduğumuz insanlarla karşılıklı ilişkiye başlamak, sevgili olmak ve bir süre sonra "piiiii bu muymuş ya, bunu.. bunu... alın bunu" dediğimiz zamana geldiğimizde sevgiliden nefret etmek mi?
yoksa aşka karşılık bulamadığımızdan dolayı, için için yanmak, eksik olmak, eksik hissetmek, bir daha hiç o kadar sevemeyecek olmaktan korkmak mı? 
ha tabi ilk önermeye karşı çıkmak mümkündür, "insanlar aşık da oluyor, sevgili de, üstüne bi de evlenip mutlu mesut yaşayabiliyolar bile siyynem hanım" diyebilirsiniz. ben de diyebilirim. ama konunun bu kısmıyla ilgilenmiyorum. ilgi alanım değil canım. hadi canım, hadi anam.


zaten bence en güzeli tanıdıkça sevmek(yerseniz).

24 Mart 2011 Perşembe

Esra'nın Sinem ile Imtihanı

Efenim, uzun bir aradan sonra röportaj aksiyonuna devam ediyoruz. Esra ile teeeee geçen yaz yapmayı hedefleyip de  çeşitli teknik sebeplerden ötürü bu bahara kadar(yuh) uzayan röportajı sonunda yayınlamayı başarıyorum sanırsam. Gerçi bu sıralar blog yasağı şeysi var ama ondan iyi haber çıktı kısa zaman sonra herkesler okuyacak diye düşünüyorum.

Benim için diğer röportajlardan çok farklı oldu bu röportaj zira diğer röportaj yaptığım insanları pek tanımıyordum, bi noktada röportaj sayesinde kaynaştık, kankamakarna olduk(ohh). Fekat bu röportaj için tam tersi bir durum mevcut. Esra benim 7 yıl -yazıyla YEDİ- önce tanıştığım, uzun zamanlar aynı yurt odasını paylaştığım, farklı şehirlerde yaşasak da sürekli iletişimde olduğum en bi en arkadaşım. Bu röportaj o açıdan çok duygusal oldu. Esra çok güzel şeyler söylemiş. Hatta öyle bi şey söylemişki, o cümleyi kuran bir erkek olsa direk evlenirim. for sure. 




Neyse girizgahı uzun tuttum, sizi Esra'nın cevapları ile başbaşa bırakayım. Ama ondan hemen önce, öncelikle tırt sorularıma çok güzel cevaplar verdiği için Esra'yı tebrik ediyorum(naber lé?), sonralıkla çok öpüyorum.

1.   Kaç kat oje sürdüğünü bilecek kadar iyi tanıyorum seni Esra. Ama bu satırları okuması muhtemel insanlar seni tanımıyor olabilirler. Kimsin sen?

Vayy, biri tarafından bu kadar iyi tanımak çok güzel bir hismiş bu arada bunu belirteyim önce ama bu “kimsin sen?”i cevaplamanın ne kadar zor olabileceğini evvelden hesaba katmamıştım. Efenim 2 çocuklu çekirdek bir ailenin küçük olan çocuğuyum, büyüğümüz ise abim Eray. Eray diyince aklıma geldi; adımın Esra olmasının sebebi de abimmiş mesela; Annem Zeynep demiş babam Ayşegül, abim de kendi adıyla uyumlu olsun diye Esra’yı öne sürmüş, kura çekmişler (über demokrasiye gel :) ve Esra çıkmış. Yani bugün bana Zeynep ya da Ayşegül de diyor olabilirdiniz ama Allahtan Esra çıkmış, nitekim iki isme de hayatım boyunca pek ısınamadım. İş hayatı boyunca sabah 8 akşam 5 çalışan bir anne-babanın çocuğu olarak büyürken kendisiyle çok fazla zaman geçirmiş ve bundan ara ara şikayet etmiş olsa da bunu aslında ne kadar sevdiğini sonradan anlamış biriyim. Büyürken kendimden sonra abim vardı hep çevremde, ben de abisi olan her kız çocuğu gibi hayatımın bazı dönemlerinde onu rol model belirlemişim ve bu durum bugün sahip olduğum kişilik özelliklerime, ilgi alanlarıma, hayatı algılayış biçimime kadar önemli etkilere sahip sanırım. Müzik, sinema ve spor hayatımın önemli bir kısmını kaplıyor ama net, belirli bir ölçü vermekten çekinirim. Galatasaray, Real Madrid, Efes Pilsen, Dallas Mavericks taraftarı, Premier lig sempatizanıyım ama aslında tenis, snooker ve bisiklet izlemeyi daha çok seviyorum. Sartre, Auster ve Palahniuk ne yazmışsa okur, The Verve, The King of Leon ve Tiersen ne kaydetse dinlerim. İnsan hikayeleri izlemek, dinlemek ve keşfetmek en büyük zevklerimden biridir ama zaten bunlardan bağımsız olarak aşırı meraklı bi kimseyim. Çok hızlı konuşuyor(muş)um ve ikili muhabbetler esnasında bunu engellemeye çalışarak vakit harcıyorum. Takıntıları olan, kişisel düzeninin bozulmasına sinir olan biriyim. Sabaha kadar yaz desen yazabilecek potansiyele sahip olduğumu şu an fark ettim, amma uzattın, bi özet geçsene diyenlere; Sıradan ve güzel geçmiş çocukluk sonrası Ankara’da geçirilen ilk gençlik yılları, yollarda geçmiş üniversite hayatı ve şimdi İstanbul.. Yapmak+Gitmek+Görmek istediklerim totalinde şekillendirdiğim bir hayatım var şu sıralar, ailem yanımda, çokkk sevdiğim arkadaşlarım var(bu arada oje kat sayısını azalttım Sinem, üniversite yılları kadar frapan değilim artık J ).

2.   Yaşadığın hayata baktığında, şartların seni sürüklediği yerde kendi kendine idare ettiğini düşündüğün oluyor mu? Yoksa olabilecek en iyi ihtimali yaşıyorum zaten mi diyorsun?

Bu biraz hayata bakış açın ve kendi içinde mutluluk kavramını nasıl tanımladığınla alakalı sanırım. Bende çok grift biçimde yaşadığım kavramlar bunlar. Biz senle hep konuşuyoruz ya hani, yaşadığımız hayatın hep kötü yönlerini görmeye meyilliyiz ama aslında çok güzel hayatlarımız var diye, sohbetin sonunda da “ya yoksa mutluyum da farkında mı değilim” minvalinde bağlıyoruz.. “daha iyisi” diye bir olgu maalesef hepimiz ama her birimiz için var olan bir gerçek, ulaşıp ulaşamamaktan ziyade isteyip istememe konusunda biraz gel-gitler yaşıyorum sanırım. Ben hayata bakış açım çerçevesinde yaşadığım hayattan ziyadesiyle memnunum, ama bir üst level ve onu yaşama ihtimali hep duruyor oralarda bir yerde. Soruyla ilintili olarak şöyle özetleyebilirim bu durumu; şartların sürüklediği yerde küçük, sevimli bir dünya kurdum ben kendime, içinde mutluyum ama çevresine yüksek yüksek duvarlar da örmedim, ara sıra kafamı uzatıp bakıyorum ne olup bitiyor diye..

3.   Sosyal medyayı severek kullanan futbol başta olmak üzere sporun birçok dalını severek takip eden insanları marjinalleştiren bir toplumda yaşamak zorluklara yol açıyor mu?

Yoo hiç açmıyor ya, gayet güzel, mutlu yaşayıp gidiyoruz.. şeklinde yanıtlamak isterdim bu sorunu ama tam aksini geçtiğimiz senelerde ayrı zaman ve mekanlarda birebir yaşayarak test edip onaylamış insanlarız ve bizim gibi sıkıntı yaşadığınız düşündüğümüz bir sürü insanla her gün muhabbet halindeyiz (bu güzel bir şey Allahtan). insanların gündelik hayatta kullanamayacakları bilgiye ve bunları bilenlere çok da saygı göstermedikleri bir toplumda yaşıyoruz maalesef ve sen genelin dışı meraklara sahipsen, sana öğretilenler dışında bir takım yeterlilikler geliştirmişsen "başka işin yok mu...",”aman bunlara ne gerek var” gibisinden yorumlara maruz kalmayı göze alman gerekiyor. Ben başkalarının kuaförde geçirdikleri zamanı eleştirme hakkı bulmuyorum kendimde ama onlar benim bu işlerle meşguliyetimi rahatlıkla sorgulayabiliyorlar nasıl oluyorsa. Toplum olarak bunları bir gün aşabileceğimizi ancak hayal edebiliyorum tabii sadece..

4.   Kimi zaman yanlış zaman diliminde yaşadığını düşündüğün oluyor mu?

Yani aslında yaşadığım zaman diliminden çok şikayetçi değilim, hani ara sıra ben de düşünüyorum yani başka bir dilimde yaşasaydım nasıl bir Esra olurdum diye ama günümüz ziyadesiyle güzel. Mesela TRT yapımı “Çalıkuşu”nu izlerken bu sanrıya kapılırım hep, o dönemde yaşamak gerçekten güzel olabilirdi, yada olmazdı bilemedim.. Bir de üniversite yıllarını o zaman yaşamış olan annemlerden dinlediğim 70’ler var, belki o dönemde de yaşamak isteyebilirdim.. Ama ben kendi adıma en çok 90’ları çok seviyorum, benim için ilkokul ve ilk gençlik yıllarıydı 90’lar, o zamanların bir şeyleri keşfetme, öğrenme şevkini ve naifliği bazen özlüyorum.

5.   4 yıl boyunca aynı odada ortalama 8 kız(en az yarısı her yıl değişmek şartıyla) ile yaşamak nasıl bir duyguydu?

Valla benim için çok zor oldu alışmak. Yukarıda da bahsettim hani benim gibi çocukluğunu ve gençliğini sosyal hayatı dışında daha çok kendi yalnızlığında geçirmiş ve bunu seven biri olarak öyle bi düzensizlik ve karmaşaya alışmak gerçekten zor oldu. ilk hafta walkman’imi (evet walkman, ne güzeldi walkman’ler) evde unutmuştum telaştan, delirdim neredeyse yani 5 gün zor dayandım walkman'siz.. İlk sene evimi ve o dingin düzenimi çok özlediğimden her hafta sonu eve gidiyordum, zamanla uzadı tabi yurtta kalma sürelerimiz, ama şimdi düşünüyorum mesela, nasıl tahammül etmişiz o kadar zaman hayret ediyorum. işte demek ki tuhaf da bi çekiciliği varmış o kakafoninin meğer, son seneler eve gidince yurdu özler bile olmuştuk..

6.   Seninle yurtta aynı odaya düştüğümüz için tanışmak zorunda kalmıştık. Yataklarımız yan yana olmasına rağmen ilk 2 ay benimle iletişmeyi ısrarla reddetmiştin (ne pis insansın lan). Peki ne oldu da yatakları bırak yaşadığımız şehirleri ayırmamıza rağmen 3 yıldır kesintisiz görüşüyoruz?

Ahahha, ya hakkaten ne pis insanmışım şimdi düşündükçe utanıyorum kendimden J ama ben seni içten içe kıskanıyordum Sinem, kaynaşmamamın asıl sebebi buydu yani. Sen kalkıp derse giderken ben 10. uykumda oluyordum, ben derse gitmeye hazırlanırken sen gelip uyku-müzik-kitap döngüsüne giriyordun. Ben gece 11 de dersten çıkıp geliyordum, üstümü değişeyim bir an önce, yemeğe mi insem, banyoya mı atsam kendimi diye cebelleşirken sen pijamalarınla yatağın içinden olanca sevimliliğinle –Naber Esra, günün nasıl geçti.. diye soruyordun. Yüzüne bile bakmadan ve tüm mendeburluğumla verdiğim cevaplar için senden şuracıkta tekrar özür dilemek istiyorum. Ama kabul edersin ki ben de zor bi durumdaydım, 2. sınıftayım, derslerimin en hayvani olduğu dönemler, odada ben hariç 7 çöm var, hep bir ağızdan konuşmaya başlardınız bide,  allaaaaaah.. Okulda bugün şunla tanıştım, bilmem kim hoca çok kılmış, lise anıları falan.. Delirmediğime dua et yani J ama işte en büyük aşklar nefretle başların arkadaşlık versiyonuymuş bizim o vakitler yakaladığımız demek ki. Yurt ortamının şeffaflığından kaynaklanıyor büyük çoğunlukla ama bizim bir de elek üstünde kalma durumumuz oldu. Yani sadece yurt içinde beraberdik önceleri, diğer ortamlarda farklı insanlar tanımış olmak bizi bi çeşit eleme sistemi oluşturmaya zorladı demek. Elek üstünde kalan 3-4 kişi o gün bugün yer-zaman-boyut farkı gözetmeksizin birlikteyiz. Ama onlardan da ayrı bizim seninle genelde geceleri gerçekleştirdiğimiz onlayn seanslarımız var. Birbirimizin terapisti olarak hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Bu bence bir insanın hayatında sahip olabileceği en önemli lükslerden biridir. Sen benim lüksümsün siğnem J

7.   Hayatında son 10 yılda ortaya çıkan bazı kırılma noktaları(ankaradan istanbula taşınmak gibi) olmasaydı, diğer ihtimaldeki Esra ne yapıyor olurdu diye düşündüğün oluyor mu?

Evet bunu düşünüyorum zaman zaman ve düşündüğüm pek çok ihtimalin sonu belli bir kalıba çıkıyor aslına bakarsan (bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi? ona tam karar veremedim). Bunun sebebi hayatta olmak istediğim kişiyi bir figür olarak kafamda çok önceden çizmiş oluşum sanırım. İlk sorularda yazdığım şeyler benim hep yaşından daha olgun bir insan olarak yetişmeme sebep olmuş olabilir. Hayatımda yaşadığım en büyük kırılma noktası babamın ben 18’ımdeyken, liseyi yeni bitirmişken vefat edişiydi. Ama işte ne kadar yaşından olgun büyümüş biri olursan ol bir ebeveynini kaybeden insanın hayatı tahmin edebileceğin gibi %180 derecelik değişimlere sahne olabiliyor. O gün o 18 yaşındaki, hayatı yeni yeni tanımaya başlamış, hafif şımarık kızı oralarda bi yere bıraktım ve yoluma başka biri olarak devam ettim sanırım. O Esra yaşamaya devam etseydi bugün bambaşka biri olacaktı, bu kesin. Ama bu Esra da fena değil, şimdilik iyi idare ediyor.

8.   Blog açmaya nasıl karar verdin? Nasıl gidiyor blog işleri?

8. soruyu soruş şeklinde “okul nasıl gidiyor”cu amca tandansını yakalamışsın sinem ya J Hımm, blog açmaya twitter dan sonra karar verdim diyebilirim, Önceden girip okuduğum bloglar vardı ama ben de yazsam mı  diye düşünmemişim nedense ki şu an pişmanım buna biraz.. Keşke daha önce yazmaya başlasaymışım.. Ben blogumu da twitter gibi kafa içi konuşmalarımı aktardığım bir mecra olarak görüyorum sanırım, kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissediyorum ve öyle de yazıyorum çoğu zaman ama zaten amaç nedir ki yani, büyük büyük kitlelelere mi hitap edecektim?

9.   Bir sosyal medya gurusu olarak son zamanlarda şikayetçi olduğun sosyal medya platformu var mı?

Aman efendim guru falan estafirullah J verimli ve eğlenceli bir biçimde kullanabilen diyelim. Sosyal medya ile ilişkilerimi kendi blogumda şu yazıyla da anlatmaya çalışmıştım az çok
(http://bazenderimbazendemem.blogspot.com/2011/01/ayns-kaynmda-da-var.html).  Öncelikle ben sosyal medyanın doğru kullanıldığında çok faydalı olabilen bir mecra olarak görüyorum. Hadi faydasını da geçtim çok eğlenceli yaa. Facebook’un dalgalı ve en cıvcıvlı zamanlarından da nasiplenmiş biri olarak artık gün içinde 2-3 kere girip sadece baktığım bir mecraya dönüşümünü izlerken Twitter girdi hayatıma. Twitter acayip derecede tatlı bişey öyle anlatılacak gibi değil J vallahi çok seviyorum twitter’ı ya, tweetlerinin hastası olduğum insanlar var, her gün kendisinden yeni şeyler öğrendiğim insanlar var.. feysbukun asla veremediği eğlenceyi twitterdan fazlasıyla ediniyorum ki feysbuk artık bi bişeye dönüştü ama ne olduğunu isimlendiremiyorum, bazen sadece kekremsi bir tat.. Olası “ee bu kadar şikayetçisin neden hala bi hesabın var, niye kapatmıyorsun?” tepkilerine cevabım ise; feysbukun tüm cıvıklıklarına rağmen sadece oradan haberleştiğim arkadaşlarım var. Bu sebeple kapatamıyorum.

10. Buraya kadar olan soruları geçen yaz hazırlamıştım. Şimdi olsa bambaşka sorular sorar mıydım, bilemiyorum. Peki sen bu soruları yazın cevaplayabilmiş olsaydın çok başka cevaplar verir miydin?

Yani sanırım ben de bunlara benzer cevaplar verirdim sinemcan, geçen süre zarfında bazı olgulara bakış açımı, bir şeylere inancımı sarsan şeyler de yaşadım ama biz senle bunlar zaten “elimizde bunlar var, mutlu olmaya yeter mi yetmez mi?” seanslarımızda masaya yatırıyoruz. 6 ay sonra gene sor bak istersen durum değişecek mi? J


işte böyle.