19 Ağustos 2010 Perşembe

Güzide'nin Sinem ile İmtihanı

 Evet efenim yine yepisyeni bir röportajla karşınızdayız. Defterimi yaz temizliğinde yitirmeseydim çok başka sorularla çok daha erken bi zamanda yayınlanacaktı bu röportaj ama kıfsmet tabi. Buradan Güzide'ye her türlü çok teşekkür ediyorum. Buyrunuz Güzide hanım kızımızın cevaplarına;


Tivitır sebebiyle ziyadesiyle kaynaşmış hatta ilişkimizi bir level üste taşıyıp farklı platformlarda muhabbet etmiş iki insanız. Ama adettendir sen kimsin bi anlat bakalım.
soruyu ilk okuduğumda,"sen kimsin?" sorusuna cevap vermenin ne kadar zor olduğunu düşündüm ya. Bir yandan kötü özelliklerimi söylemesem mi iyi gözükeyim lan dedi kötü tarafım bir yandan da sadece gizemli veya kötü olan insanların sahip olduğu cazibe aklımı çeliyor. Neyse uzatmayayım :) Ben babası ismini Güzide koyup,baştan çocukluğunu biraz mahvetmiş olan bir kızım. İsmim yüzünden insanlar bir ortama girmeden önce 30 yaşında biri gelecek falan sanıyorlar, geldikten sonra da 19 yaşında olan bendenizi 22 yaşında sanıyorlar. Doğduğumdan beri aynı evde yaşadığımdan dolayı, hala ilkokul arkadaşlarımı görüyorum birbirimize gönülden inanarak "bir ara görüşelim yaaa mutlaka, çok özledim" diyoruz.Babamın semazenlik yıllarından kalma olduğumuz için ikimizin ismi de oradan etkilenilmişte koyulmuş. Bir abim var,kendisi bu dünyada beni en iyi tanıyan insanlardan biri tabi en çok çilemi çeken. Msn konuşmalarımızın bölünme sebebi bir de,biz böyle beraber film seyrediyoruz, dizi seyrediyoruz, konsere, gezmeye falan beraber gidiyoruz.Kendisinin yeri ben de çok çok ayrıdır.Sevdiğim insanların yanında süper neşeli, eğlenceli biriyken, sevmediklerimin yanında maalesef suskun değil, tepeden bakan, her lafa birşey diyen, çokbilmiş biri oluyorum. Eskiden çok arkadaşım olmasından hoşlanıyorum sanırdım ama yalnızlığı seviyorum. Bir de anlaşılması zor bir insanım o yüzden ailem dışında beni çekebilen sadece bir insan var hayatımda:).

Hazır tivitır dedik oradan devam edeyim.  Tivitır insanın kendine yakışanı giymesi gibi bi şey, nereye çeksen oraya gidiyor. Sen nereye doğru çekiyosun tivitırı?
Twitter'a ilk geliş sebebim, sadece birinin yazdıklarını okumak içindi. Hala da bir tutam öyle. Sonra yazmaya başladıkça,senin sevdiğin filmleri seven,müzikleri dinleyen insanlarla tanıştıkça hayatım da bir nevi bağımlılık haline geldi desem abartmış olmam. Sonra bu twitter ünlülerini takip ettiğim zamanlar oldu. Tespit manyağı oldum amiyane tabirle :) Konuyla bir ilgisi yok ama bu insanlar gece gündüz evde oturup tespit mi düşünüyorlar ya da bazılarının aşk hayatı maaşallah rozalinda dizisinden miras kalmış gibi, süper hareketli.Twitterı en büyük sevme nedenim ,ilerideki sorularda açığa çıkacaktı ama mühendislik okuyor olmamdan kaynaklanan bir eksiklik. Zevklerimin uyuştuğu, geyikten başka bir şeyler konuşabileceğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, geri kalanlar da beni ultra kültürel bir kişilik sandıklarından konuşmaya çekiniyorlar maalesef. Twitter sayesinde özellikle sen ve kankanı(şair burada Esra’ya sesleniyor) tanımak benim için en güzel şey. Bir de msndi dmdi(dm diyorum Sinem hani şu daha sık yapalım dediğimiz şey :P ) derken yeni arkadaşlıkların ilk anlarının rehavetini atıyorsun böyle şeker gibi bir olay. Yani yarım sayfa saçmaladıktan sonra twitter'ı herhangi bir spor olayında yapılan yorumlarla birlikte izlemek en sevdiğim yönü sanki toplu seyrediliyormuş gibi bir ortam oluyor. Bir de twitter sayesinde acayip güzel filmler,gruplar öğreniyorum. Ne kadar masumane şeyler için kullanıyormuşum, ben bile inanamadım.


Neden bir blogun var?
Bloğu Nisan ayında açtım, keşke daha önce açsaydım diyorum hep. Ocak ayı gibi çift kişilik bir hayattan tek kişiliğe geçiş yaptım diyerek özel hayatımı da gözler önüne sereyim Sinem :) Güzide'den şok açıklamalar başlığı altında ver bloğa röportajı lütfen. İki ay boyunca hayatın tüm kötülükleri beni bulmuş gibi bir havam vardı, yeni dönemin küçük emrahıydım ben bir nevi, şimdi hatırlayınca gülüyorum tabi bayağı sapıtmışım o sıralar. İnternette dolaşıyorum sıkılıyorum, film seyrediyim diyorum kendime pay çıkarıyorum ortada film milm kalmıyor. Sonra işte blog fikri geldi birden, okulda ki bir ödev yüzünden. Zaten bloğun ilk ayında birkaç tane melankolik yazı var, sonra dönüp okuyunca benim bile içim bayıldı. Bloğu açış sebebim yalnız olmadığımı hissetmekti açıkcası ama sonra yazdıkça okuyup geri dönenler falan çok mutlu etti.

Blogunun adından dahi aşırı bi melankolizm ve umutsuzluk, yalnızlık akıyor, ben tanıyorum seni çok neşeli bi insansın nerden kaynaklanıyor bu melankolik durum?
Öncelikle çok süper bir tespit yapmıssın benimle ilgili. Aslında insanın doğasında olan bir şey; bazı günler mutsuz bazı günler mutlu olmak. Sonra insan seçim yapıyor ya topluma mutsuz tarafını gösterecek çoğunlukla ya da mutlu. Ben ikinci seçeneği seçenlerdenim ama mutsuz yanımı da saklamaktan hoşlanmıyorum. Öbür türlü insanlar hiç üzülmeyen, ağlamayan, koyver gitsin kafasında bir insansın sanıyor. O yüzden beni tanıyan veya tanımakta olan insanlara sisli tarafı da göstermek istedim. Blog da bunun için biçilmiş kaftan oldu.

Özellikle inci sözlüğün yarattığı yeni jargon ve internet dili ile ilgili neler düşünüyorsun?
İnci'nin bazı yaptığı eylemler trajikomik cidden. Küfür konusunda pek geniş mezhepli biri değilim. O yüzden sorunların, sıkıntıların her cümlede mutlaka bir küfür ile anlatılması bana çok da doğru gelmiyor açıkçası. Bir yandan da ister küfürle, ister en kibar yolla sıkıntını anlat, çözülme oranının yerlerde dolaştığı bir ülke burası, maalesef. Mesela ekşiye yaptıkları baskın saçmaydı bence. Çünkü ekşi onlardan on numara büyük bir kere; hem de uslüp olarak bariz bir şekilde farklılar. İnternet dili dediğinde aklıma ilk şu b lerin p, t lerin yanına h getiren (bknz:ashkıım,pepeyiiim)grup geldi direk. Bu gençlerin de büyük psikolojik problemleri olduğunu düşünüyorum ve gösteriş budalaları olduklarını. Tüm nefretimi kustuğuma göre,diğer soruya geçebilirim herhalde. :) 

Her gün muhakkak dinlediğin bir şarkı var mı? 
Her gün özellikle dinlediğim bir şarkı yok ama her gün özellikle dinlediğim grup The National. Hatta sen bana soruları akşam attın ama ben hemen cevaplayamadım, National dinleyebileceğim bir ortam da değildim.National ile en büyük yaram,İstanbul'a geldiklerinde 18 yaşından küçük olduğum için konserlerine gidememiş olmam. Zaten şimdi de adamlar İngiltere ile İrlanda'nın dışına çıkmıyorlar.(İrlanda diyor,İngiltere diyor bu kız Sinem)Sırf bu sebepten ama sadece bu sebepten İngiltere'ye gideceğim :P bir de ingiliz aksanına doymak için olabilir bak.

Sadece internet üzerinden tanıdığın yüzyüze görüşmediğin insanlarla yüzyüze görüştüğün insanlardan daha fazla şey paylaşıyor olmak zaman zaman “lan ben bunları diyorum ama kime diyorum” paranoyası yaratıyor mu sende?
Yaratmıyor çünkü internetin en güzel yanlarından biri bence bu zaten. Normal şartlarda büyümüş bir insan, ömrü boyunca ne kadar insanla tanışabilir ki? Bence internet ile normal hayatta konuşup vakit öldürdüğün insanlardan çok daha değerlilerini bulma ihtimalin çok yüksek. Bir yandan da internet cinayetleriydi, dolandırmalarıydı gibi olaylar da var tabi.O yüzden açıkcası sanal alemde kendi cinsime samimi olduğum kadar karşı cinse olamıyorum ilk başta. Klasik karşındaki erkeği kötü olarak gör :) Tabi bana bunun aksini gösteren erkeklerle de tanıştım, hepsini de sıra dayağına sokmayayım. Tek negatif düşüncem sanal alemle ilgili, psikolojik olarak, bir kere bile resmini görmediğim bir insana, hayatımla ilgili şeyleri anlatamazmışım gibi geliyor.


Neden makine mühendisliği?
Küçükken hep sorarlar ya büyüyünce ne olacaksın diye, ben hiçbir zaman ne okuyacağımı bilemedim, gelecek planımı 9 yaşında çizemedim valla. Sonra işte lise zamanı diyetisyenlik yazmak vardı aklımda ama sonra diyetisyenlik yazan insanları görünce bunlarla okumam ben yeaa diyip ondan da vazgeçtim. E sağlık alanı istemiyordum geriye sayısal olunca kutsal meslek mühendislik kalıyor :P Neden makine mühendisliği diyince valla değişik yorumlar var Sinem'cim. Lisede Fem'e gidiyordum,danışman hocam makine mühendisliği yazacağımı duyunca "sen üniversiteye erkek bulmaya mı gidiyorsun ?" demişti. Aslında gerçek sebebi bu ama ben insanlara fiziği matematikten daha çok sevdiğimi üç erkekle büyüdüğüm için de erkeklerin fazla olduğu ortamların benim için korku değil eğlence demek olduğunu anlatamıyorum. Bölümün şimdilik tek kötü yanı, makine mühendisi kızlarının adlarının ultra çirkinlikle ünlenmiş olmasından dolayı, okula moralim bozuk olduğunda bile salaş gitmeye cesaret edememem. Buradan bizim bölümdekilere de sesleniyim, siz her gün kareli gömlek,tişört,kot giyince bakımlı mı oluyorsunuz lan, bizim günahımız ne. Son bir şey kızları için bir şey demek istiyorum. Gerçekten bakımsız olanları var ama bir de erkeklerin arasına girmeyi erkek gibi davranmaktan geçtiğini düşünüp, evrim geçirip erkekleşenler var. Böyle de satarım hemcinsimi.

Bilgisayar/ internet ve futbolun genel anlamıyla erkek tekelinde olmasına rağmen inatla bu alanları kullanan kadınlar var. Sen de bu kadınlardan birisin. Özellikle futbolla ilgili yorum yaptığında acayip tepkiler aldığın oluyor mu?
Futbol konusunda konuşma tabularımı yıkan abim ile kuzenim oldu. Küçükken üç erkekle büyüyünce evcilik yerine favori oyunun dokuz aylık oluyor zaten. Sonra büyüdükçe futbola ilgim azaldı biraz ama artık çocukluktan kalma bir aşkla mı bilmem son yıllarda sadece futbol değil tüm spor karşılaşmalarını keyifle izliyorum. Maalesef dışarıda ailemde gördüğüm saygıyı göremiyorum. Erkeklerin doğuştan futbol kurallarını bilerek doğduklarını sanmalarından vazgeçmeleri lazım artık ya da futboldan gerçekten hoşlanan ve anlayan kızların "erkek gibi" olmak zorundaymış gibi davranmalarına. İşin ilginci de futbolla ilgili muhabbet geçtiğinde, kadınları aşağılayanlar İstanbul takımları oluyor hep, Trabzon zaten kadınların egemen olduğu bir yer olduğundan gerek; futbol olduğunda da erkekler hiç sorun etmeden bir kadınla takımın durumunu, maçı, pozisyonları tartışabiliyor.Bir de bence çoğu kız, erkeklerin kızlar futboldan anlamaz ve zevk alamaz yargısından dolayı futboldan hoşlanmayı bile denemiyorlar.Hazır yeri gelmişken hemcinsime de söyleyeyim, kızlar futbol da diğer sporlarda süper zevkli, büyük ihtimalle asla sahip olamayacağınız köşklerde yaşayan ultra lüks "sanatçıları" kendinize örnek alacağınıza, sporcuları alın hayatın gerçeklerini de görmüş olursunuz hem.

İstanbul’da doğmuş büyümüş bir insan olarak neden üç büyükler değil de Trabzonspor?
Anne tarafım da baba tarafım da Trabzonlu. Her sene mutlaka Trabzon'a giderim hem İstanbul'da yaşayan akrabamız yok, tüm kuzenlerim orada hem de orayı bir başka seviyorum.Bir sene biraz geç gidecek olsam, başka bir şey düşünemez oluyorum.Trabzonspor, Trabzon'da ibadet gibi. İnsanların en çok konuştuğu şey bu. Ondan öte benim en çok hoşuma giden şey 70-80 yaşlarındaki kadınların maçlara gidip tezahürat etmeleri, maç olduğu zaman ailecek seyredebilmek. Annem lisede okurken, o zaman Trabzonspor şuan ki halinden çok daha iyiyken tabi maçları radyo ile odasında dinlermiş. Tabi İstanbul takımlarından birini de tutabilirdim rahatlıkla ama biraz bu konuda kıl olduğum şeyler var. Açıkcası İstanbul takımlarının taraftarlarının en azından dörtte birinin palavradan taraftar olduğunu düşünüyorum. Bir takım tutmak zorundaymışım gibi davranıldığından ya da sevgilisi, kocası ya da ilk  platonik aşkı o takımı tuttuğundan. Trabzonsporlu olmak ise kimsenin hatrı veya sevgisi için içimde oluşan bir şey değil. Sanırım benim için Trabzonspor'u bu kadar önemli yapan şey de bu, sanki içimde hep varmış gibi hissettirmesi.


bir sonraki imtihanda görüşmek üzere efenim. esen kalın.

8 Ağustos 2010 Pazar

polonya! notları reloaded

dün polonya fotoğraflarına bakıncası dedim dur ya ekleyecek görsellerim var ımış, o zaman ikinci bir post daha gireyim.




evet mesela lublinde tutku satılıyor, rastladığımız tek türk ürünü de buydu zaten. bi de sadece tek ve en büyük markette gördük, bize ne oluyosa görünce bi sevindik şebelek turistikalar olarak hemen fotoğrafını çektik. burada çoğul konuşuyorum zira toplamda iki kişiydik ve birinde fotoğraf makinesi var idi diğerinde de fikir var idi. aslında bir bisküvi için oldukça da pahalı satılıyor. bu pahalı olayını da bira endeksine göre söylüyorum :), zira 1.5 zlotiye bira var ama bisküvi 2,49. ki indirimli fiyatı 2,49 indirimsizi 3,49 ben o paraya 3 bira alırım arkadaş.(böyle de alkol manyağı insan modeli çizmiş oldum, esasında her gün içen bi insan değilimdir, bi ortam olursa falan ama polonyada içki fiyatları dibimi düşürdü)

hazır bira demişken kelimenin tam anlamıyla bira sudan ucuz. insan susadığında kararsız kalıyo bu kadar parayı suya vereceğime gider iki bira alırım diyo. ama şöyle bi uygulama var o elleri kolları biraz bağlıyor, sokakta içki içmek yasak. her yerde içebiliyosunuz ama sokakta kesinlikle yasak. trafik kuralları içerisinde de içki ile ilgili çok sert uygulamalar var imiş yine. tek bir bira bile içip yakalanırsanız ömür boyu trafikten men ediliyosunuz ve şayet kazaya karışırsanız da 4 yıl hapis yatıyosunuz. rüşvet oralarda da varmış ama berlin duvarının yıkılması ve liberalizme geçişle beraber o işler de değişmiş. mesela rüşvet teklif ettiğiniz polis "bu adam bana rüşvet de teklif etti" dediğinde 2 yıl daha yatabiliyomuşsunuz. o yüzden (en azından bizim temasta olduğumuz) polonyalılar bu kurallara bayağı bir sadıktılar. gerçi şöyle bi farklılık var, mesela orada da alkolsüz biralar var ve araba kullananlar bir tane ondan içebiliyolar ama onların alkolsüz birası bizim efes ile aynı alkol yüzdesine sahip :D yüzde 3,5 onlara göre alkolsüz bira oluyormuş. evet ilginç hakkaten.

hazır içkiden gittik devam edeyim (hoş lublinle ilgili aklımda kalan çok şey içkiden ibaret zira daha iyi pek bir şey yok) mesela ahududulu vodka shot denedik gerçekten enfes bir tadı vardı, bir de sharlotka diye bir şey denedik o da apple pielı vodka idi  zaten sharlotka rus usulü apple pie imiş, o daha da bir harikaydı. fakat bunlardan daha harika bir içki daha vardı. ben onu denemedim zira deneyen herkes aşık oldu içkiye o da bitki karışımlı vodka. bu kokteyl değil direk vodka yapılırken bitki karışımı ile birlikte yapılıyormuş ve böyle çok acayip çok güzel çok harika bir tadı oluyormuş. adını da yazmak isterdim ama takdir edersiniz ki lehçe upuzun ismi hatırlamam mümkün değil. ama bi gün polonyaya gidebilirseniz anlatırsınız vodka with herb deyu, elbet bi bilen çıkar.

bi de pek meşhur guinness içtim ben, normal biradan daha az asitli daha hoş bi içimi var kendisinin. gerçi türkiye'de de satışı yapıldığını duydum ama sadece birkaç markette kutulanmış hali satılıyo ama londraya giden bi arkadaşımdan öğrendiğim  kadarı ile onun kutulanması makbul değil imiş bişeyler bişeyler.  ha bi de italyan bi kız (kendisi dublin'de erasmus'a gitmiş hem de bir yıl) irlanda dışında satılan guinness sadece sıradan bir üründür, gerçeğini irlanda da içmek lazım gelir dedi ama kime dedi. ben ömrümde irlandayı görür müyüm bilmiyorum ki. o açıdan gittim denedim, beğendim. deneyin beğenin. guinnessle olan tek fotoğrafımda gözlerimin kısık çıkmasından ötürü buraya görsel koyamayacağım kusura bakmayın(hasbaya bak)

işte bu da dün bahsettiğim bir ladies night örneği, kendisi kızlar yurdunun önünde duruyor idi. zannediyorum fazla söze gerek yok. ha ama bi şey demem lazım, bu i love pussy bi şarkıya gönderme imiş göya amma işin altında, tabanında yatanı görmeyeni meşe odunuyla dövüyorlar.


bu da Kazimierz(kaşimierjj diye söyleniyor ki benim lehçede en severek söylediğim kelime oldu kendisi, nedense) deyi bir şehir. kendisinin çokkültürlü yönleri varmış onun için gezindik oralarda. bu şey de şehre adını veren kazimierz adındaki kralın bir temsili, pek neşeli. bu kazimierz polonya'da baya ünlü bi şehirmiş. açıkcası benim dilim şehir demeye varmıyor böyle kasabadan bozma diyebiliriz zira yürüyerek bir iki saatte her yeri görmeniz mümkün. şehrin dibinde minicik bi göl var. aslında tam göl değil böyle şehre ve özelliklerine bok atmak gibi olmasın ama göl de dereden bozma bi göl. ama polonyada çok az su birikintisi olduğu için burası bayağı kıymetli. polonyalı ne kadar ünlü varsa buradan ev almış, zaten çok pahalı bir şehir kendisi. ve resmen böyle sayfiye yer muamelesi görüyo. bir bodrum bir türkbükü adeta ama yandan yemişi diyelim. zira deniz yok. keçinin olmadığı yerde koyuna abdurrahman çelebi deme mevzusunun ta kendisi.


bu köpeğin heykelinin dikilme nedeni bir hayli enteresan kazimierz'e gelen birtakım turistler bu köpeği öldürüp kebap yapıp yemişler. bi de bi inanış var, heykele elinizi koyup dilek tutuyosunuz sonra gerçek oluyor. dilek ağacının polonya yorumlaması diyelim. adamlar avrupalı beyler :P

işte bu da en bayıldığım olay, gençler alıyor ellerine enstrümanları çalıyorlar, paramın bi kısmını sokakta gördüğüm ne kadar performanscı varsa onlara dağıttım, yirim ya. bizde de olsa böylesinden negzel olur, bizde anca pop gitar, istanbulda belki rastlanabilir böylesine ama canım yani bu ülkede bi tek istanbul  denen şehir yokki di mi?

bi de italyancada "you are smoking like a turkish" (niye ingilizce yazdın peki derseniz cümle bu haliyle polonyadayken baya bi geyiklere malzeme oldu ondan) diye bi deyim varmış, işin ilginç tarafı türkiyeden giden 7 kişilik gruptan bir tanesinin bile sigara kullanmıyor oluşuydu. bi de italyanlara hocaları demişki, bakın türkler muhafazakar insanlardır, içki içmezler pek, sizde gidip orada italyanın imajını bozacak şeyler yapmayın çok içmeyin sarhoş gezmeyin demiş. fakat italyanların içtiği kadar türklerin de içtiğini görüncesi insanlar baya şaşırdılar ama çabuk kabul ettiler durumu. ya ne olacağıdı?


bunlar da böyle bir anımdı.






6 Ağustos 2010 Cuma

polonya! notları


polonya anılarımı(hahaayyt 15 günlük minik bir şehirde düzenlenen atelye çalışması bütün bir ülkeye nasıl mal edilir onu okudunuz, nasılsınız iyi misiniz?) nasıl yazsam diye kasıntı kasıntı gezmekten bi haftayı boş geçirdim, en iyisi nevi şahsıma münhasır yazı staylam (a.k.a bodoslama) ile yazayım gitsindi. buyrun.

-polonya'yı tam göremedik tabi. şimdi bi şehir görüp (aslında 1,5) polonya şöyle polonyalılar da böyle demek yanlış olur. efenim ben Lublin'e gittim. kültürlerarası diyalogun var olup olmadığı, olup olamayacağı test edildi onaylandı. Lublin Varşova yakınlarında minik bi şehrimiz. tam anlamıyla bir üniversite şehri. bayağı bir öğrenci okumaya gidiyomuş. biz yaz tatiline denk geldiğimiz için şehir bildiğin hayalet kasaba gibiydi.  ama biz grupçak kalabalık olduğumuzdan pek de koymadı açıkcası. 

-lehçe çok zor dil arkadaş, yazması ayrı dert, o acayıp jıları çıları şıları doğru okumak daha da büyük bir dert. neyseki karşılaştığımız insnaların çok büyük bir kısmı ingilizce biliyordu pek sorun yaşamadık açıkcası. zor olmasına rağmen türkçede kullanıldığı gibi kelimelerde yok değildi. messelam torba, firma, kupon.

- karşılaştığım kadarı ile (uykusuzdaki gibi oldu bu da aklımda kaldığı kadarı ile dünya tarihi) polonyalılar da bizim gibi insan, hatta inanmazsınız italyanlar da aynı bizim gibi insan. bulunduğumuz atmosferin de etkisi ile gayet iyi kaynaştık, iyi oldu çok da güzel iyi oldu. böyle interneyşınıl bi insan oldum, keşke bir mucize olsa da italyaya gidebileceğim burs bulsam gibi bi dert bile edindim kendime. ama hakkaten bu yurtdışı deneyimi çok verimli oldu. vizyonum gelişti resmen onu farkediyorum.

-kendimde farkettiğim tek farklılık vizyonumun gelişmiş olması değil tabi. messelam kötü de olsa ingilizce konuşabiliyomuşum, 15 günün sonunda ilk güne nazaran çok daha iyi konuştuğumu farkettim. sonracıma birey olmayı başarabilmişim, koyun değilmişim, topluluktan farklı hareket etmeyi öğrenmişim, çekinmeden uygulayabiliyormuşum.

-italyanca öğrenmek istiyorum. çogüzel dil.

-polonyalılar, italyanlar ve türkler olarak anlaşabilmek için tek yolumuz amerikan kültürü üzerinden örnekler vermek ve ingilizce konuşmaktı. üzüldüm biraz. babilin kuleleri geldi aklıma. sonra üzülmekten vazgeçtim. dünyada tek bir dil olsa o da ne olursa olsa ama insanlar sadece bir dil konuşsalar da sırf bu dil mevzuundan iletişim kopukluğu yaşanmasa dedim (tek dil, tek bayrak, tek dil faşistliği değil bu dediğim tabi).

-türkler olarak faşist, önyargılı ve sürü olduğumuz gerçeği bir kez daha gözüme sokuldu. buna daha çok üzüldüm. ha bi de üniversiteler (büyüklerini bilemiyorum, bizimki küçük olanından) en ufak bi vizyon katmıyo insanlara. dünyadan bi haber yaşamasına rağmen kendini kral sananlarla dolu etrafımız. hadi ülke içinde herkes öyle hissediyo sırıtmıyo da yurtdışına çıkmaya görsün o bünyeler. çok pis oluyor. çok kötü oluyor.

-polonyalılarla konuştuğumda türklere karşı belirgin bir önyargıları olmadığını gördüm ama italyanlar bizzat kendileri itiraf ettiler.  türkleri çok kapalı kutu, muhafazakar, soğukkanlı, anlayışsız sanıyolarmış. bir de iyi bir şey söylediler benim nezdimde. benim sayemde bütün bu önyargılarının değiştiğini ve türkiyeye muhakkak geleceklerini söylediler. ben de havalara girmedim değil :)

-fotoğraf çektirmenin anı ölümsüzleştirmekten farklı bir boyutu varmış onu öğrendim. messelam, şimdi siz kalkıyosunuz gidiyosunuz yurtdışlarına ama oradaki yabancılarla kaynaşmıyosunuz hiçbi şekilde. fakat böyle bi aksiyon bi atraksiyon oldu mu alıyosunuz elinize makineyi pardon birine veriyosunuz makineyi kaynaşmadığınız insanlarla çooookk mutlu ve çooook samimi pozlar veriyosunuz. bi de albüm patlatıyosunuz feysbukta, en şekillisinden. millet de sanıyoki siz interneyşınıl biri oldunuz çok harika çok kaynaşka günler geçirmişsiniz. vallahi pes. hayır işin kötü tarafı bunu bi tek yapan türklerdi ya. nasıl bir gösteriş budalalığıysa artık, bilemiyorum.

-toplama kampı gördüm hayatımda ilk defa. korkunç bi deneyimdi. ki bizim gördüğümüz kadarı kampın 4'te 1'i kadarıydı. gerisi savaş sırasında yok edilmiş. fakat kalanı hatta sadece krematoryum bile yeterliydi oradaki vahşeti anlayabilmek, görebilmek açısından. toplama kampını gezdiğimde farkettiğim şey ise tarih dersleri boyunca bize öğretilen şeylerin çok eksik olmasıydı. şöyleki, biz tarih derslerinde şunu öğrendik. 1.hitler ari bir alman ırkı istiyordu 2. birinci dünya savaşından sonra almanyanın ekonomisi çökmüştü ve bütün üretim araçları yahudilerin elindeydi. 3. hitler yahudilerden nefret ediyordu. bunlar doğru ama çok eksik. zira hitler ya da genel olarak naziler sadece yahudilerden nefret ettikleri için bunları yapmamışlar. adamlar insan bedeni üzerinden inanılmaz bir ekonomik sistem kurmuşlar. ha bir de o toplama kamplarında sadece yahudiler değil nazilerin hoşuna gitmeyen her türlü insan çalıştırılmış, işkence edilmiş ve yakılmış. insan bedeni üzerinden kurulan ekonomiyi ise şöyle örneklendirebiliriz, toplama kampına getirilen insanların saçları kesiliyormuş ve birkaç tane şirkete satılıyormuş bir çeşit ip yapmak için, ki bizim gittiğimiz kamptan sanırım 730 kilo saç satılmış. ikinci bir örnek ise, kampa gelenler yakılmaya gönderilmeden önce bütün vücudu kontrol ediliyormuş şayet dişlerinde altın kaplama varsa sökülüyormuş, kişi yakıldıktan sonra külleri şayet akrabaları istiyorsa onlara satılıyormuş. bu yazdıklarım gördüklerimin çok küçük bir kısmı ama bu bile bir şeyleri tekrar düşünmemize yeter. zira toplama kampları 2. dünya savaşından sonra ortadan kalkmadı sadece biraz şekil değiştirdi. ha bi de bu korkunç kampın tam önünde bi anıt var idi. bi tane gerizekalı orada çok mutlu bir şekilde poz verip bir de feysbuka koymuş. böyle şuursuzlarımız da var. gerçi biz alışkınız kendi başımıza gelenlere tepki vermediğimiz için böyle insanların varlığından rahatsız olmuyoruz ama italyanlar az daha olay çıkarıyolardı. aman yeter bu kadar dedikodu.

-türk olarak doğmuş olmanın ezikliğini de hissetmedim değil ara ara, insanlar ne hayatlar yaşıyolar yurtdışlarında dedim ama sonra dedimki bu işlerin vatanla, ırkla bir ilgisi yok tamamen duygusal işler. şayet sosyo- ekonomik durumun ortalamanın üzerindeyse sen her türlü kralsın, türk olmuşsun ne önemi var. böyle de marksist bi insanım.
- son olarak, ben türklere yabancılaştım bütün atelye çalışması sırasında. ulan amma ayı bi milletmişiz, ne sürüymüşüz ne atarlıymışız, ne agresifmişiz, diye de çıkarımlar yaptım, bütün atelye çalışması  boyunca (ekseriyetle geceleri) italyanlarla ve polonyalılarla takıldım.  tabi karşımdakiler de durur mu yapıştırdılar yaftayı, sen italyan oldun en iyisi git cenovada yaşa deyu. ama kim taktı bunu, hiçkimse. gerçi öyle bi fırsatım olsaydı kaçırmazdım. lan acaba gabriele'i kafalasaydım da kaçırsa mıydı beni, hem geek, hem yakışıklı, hem atletik hem çevik hemi de zeki. simoneyi kafalayamazdım zira çok koyu katolik idi ve bir de sevgilisi var idi. neyse du bakalım ya henüz hiçbi şey için geç değil :P (emreye özel not: her geyiğin altında bir gerçek yatar diye düşünme, gabriele ile ilgili düşüncelerim daha önce söylediklerimle aynı)

ayrıca gördüğünüz gibi bir italyan, bir türk ve bir polonyalı'nın diyalog için hiçbir şeye ihtiyacı yok, birkaç vodka shot her şeye yeter.

-içki bayağı ucuz polonya'da. daha doğrusu bize ucuz. zira zlotinin türk lirası ve euro karşısında değeri oldukça düşük. ama bu parasal mevzular dışında daha seksist bir ucuzluk da mevcut idi. messelam, bazı barlar var haftada bir gece ladies night yapıyor ve belli şeyler bazen belli saate kadar (mesela gece yarısına kadar) bedava oluyor, bu bedava şeyler geneld vodka meyvesuyu oluyo ama neticede bedava. ya da bütün gece bir ürün çok ucuz oluyo. mesela bize bi gece denk geldi. bi vodka shot türk parası ile 0,50 kuruş idi. tabi biz kısa süreliğine orada olduğumuz için bize hava hoştu ama temeline bakarsak baya rahatsız edici bir durum var. çeşitli kıvrak manevralarla kadının mal olarak pazarlanması slav ülkelerini çok fena durumlara sokuyor. sonra bütün slavlar "nataşa" oluyor, en kalabalık deplasman ukrayna oluyor.

- yemek mevzuna hiç girmedim, aman girmiyim zaten en gereksiz bi konu. he bizim yemeklerimiz süper onlarınki bi boka benzemiyo, he anam. şaka bi yana her yerde kebapçı var ama satılan şeyin kebapla yakından uzaktan alakası yok. ve herkes türkleri sabah akşam kebap yiyo sanıyo.

muhakkak yazmayı atladığım şeyler de vardır, şayet hatırlarsam yeni bi post olaraktan girerim. ha bi de benim röportajlarım var ıdı. pek yakında sırasıyla yayınlamaya başlayacağım. ben yokken yaz temizliği yapılmış evde, bütün eşyalarım çeşitli yerlere sokuşturulmuş, bi defterim var idi soru hazırladığım, bulayım onu, hemen başlatıyorum işlemleri, biz sizi ararız.