27 Aralık 2010 Pazartesi

son ki üç dört

 tap favy'dır tap ten'dir ne zormuş arkadaş. halbuki ben bayaaa bi az insan dinliyorum. hatta kimi zaman bi albümle bikaç ay idare ediyorum. neyse yine de düşününce bi şeyler şekillendi. şimdi geçen ocak ayından itibaren neler dinledim bi göz geçirdim de, ben kendim galiba soundtrack addict olmuşum. ama çok güzel şarkılar oluyor ben ne yapayım. bi de soundtrackler sanki playlist yapmaya üşenenler için yaratılmış gibi. tematik şarkılar ama söyleyenler çok bambaşka insanlar gruplar filan.


tap fayv, tap ten yapmayı aslında hiç düşünmedim. ama pek sevgili Güzide'nin öyle bi ricası oldu, ben de severekten yerine getiriyorum. totalde iki tane liste yapcam ben. birincisi albüm listesi, diğeri de şarkı listesi. ben bütün yılı bu arkadaşlarla geçirdim, size de tavsiye ederim. Özellikle soundtrackler rocks, öyle ki içinde kötü şarkı yok. bi de galiba hayatıma fon müziği olacak şarkılar herhalde bu tap tendeki şarkılar olurdu diye düşünüyorum. pretty much.


1. Glee     
2. Across The Universe  
3. 500 Days of Summer
4.The Boat That Rocked
5.A Single Man




1.Regina Spektor- The Ghost of Corporate Future
2.City and Colours- Save Your Scissors
3.The Smiths- There is A Light That Never Goes Out
4.Sakin- Laleler Beyaz
5.Flunk- Six Seven Times
6-Björk-Bachelorette
7-Leonard Cohen- Lover Lover Lover  
8.Karmate- Sular Akar Doldurur
9.Beirut- Postcards From italy
10.Müslüm Gürses- Artakalan
                                    

21 Aralık 2010 Salı

meh.


her şeyi algıya, normalleştirmeye bağlayan bi insan olarak bi noktada yazı yazamaz hale geldim. zira kendi sorularıma kendim cevap vermek gibi gereksiz bi huyum var. sadece cevaplarını bilmediğim soruları yazmıyorum tabi ama en azından yazmaya başlarken bi sorunun cevabını düşünüyor oluyorum. empatinin çoğu zarar. biliyorum ama bağımlılık gibi bi şey bu neredeyse. bi de çağrışım belası var ki. of.

bi de artık inatla izlediğim her şeyi ingilizce altyazıyla izliyorum (zaten öyle çok yoran, düşündüren, uzun replikleri olan filmlere pek bakmyorum), çok iyi pratik oluyo ama şöyle bi yan etkisi oldu; ne yazsam, ne okusam, ne konuşsam otomatikmen ingilizceye çevirmeye çalışmak gibi bi huy edindim. bi de ingilizceyi öğrendikçe çok güzel kelimeler öğreniyosun böyle durumu tek kelimede özetleyen cinsinden, ondan sonra da konuştuklarının düşündüklerinin yarısı ingilizce oluyor, dil elden gidiyor a dostlar.

yazmaya başlarken aklımda olan şeyse yukardaki konuyla uzaktan yakından alakalı değildi, diyeceğim konu aslında şuydu; 

şimdi ben kendimi 3 aydır özel sektörün kollarına atmış durumdayım ya, bununla ilgili açmaz demeyelim de sürekli bi düşünce halindeyim. mesela,

1. üniversiteyi bitirmemin tek amacı aldığım eğitimle olmasa bile sahip olduğum diploma ile çok iyi olmasa da bi iş sahibi olmaktı. oldum. 

2. bu ülke şartlarında ve benim sosyal sınıfımda iyi/kötü bir işe sahip olmak demek direk iş için yaşamaya dönüşüyor. dönüştüm (buraya isteğe bağlı olarak gregor samsa geyiği gelebilir)

3. haftaiçi bir gün değil de haftasonu iki gün işe gitmemek demek daha iyi bir işe sahip olmak demek oluyor. diğer 5-6 günün hesabını kimse yapmıyor. ben yapıyorum.

4. cem karaca haklıymış, işçi olanlar işçi kalıyormuş. test ediyorum hala.

5. işçiyken bi şekilde yönetime geçenler ise sahip oldukları çiğliklerden ötürü düzenli sorun çıkarıyormuş. çıkaranı gördüm.

ondan sonracıma bi de şeyi düşünüyorum;

ortaokul, lise ve üniversitedeki arkadaşlarımı ve şimdi hemen hemen hiçbirinin hayatımda ol(a)mayaşını düşünüyorum. üç farklı okuldan bana kalan Burcu, Esra, Fatma ve Yasemin oldu sanki. Geri kalanının en önemli kısmını ben sildim, mekan değiştirince arkadaşlarımı taşı(ya)madım. önemsiz kısımlar da kendinden gitti zaten.

şimdi üniversitedeyken tanışamadığım kız arkadaşlarım var Burcu, Esra, Fatma ve Yasemin'in yanı sıra. Hem de hiçbiri iş yerinden değiller, iş yerindekiler çok bambaşka bi postun konusu onları es geçiyorum. Ama yine de düşünmeden edemiyorum, kötü bi insan mıyım ben acaba, arkamda bıraktığım insanlara zamanında çok kötü davrandığım oldu mu acaba? diye. bunları her düşündüğümde de beynimde, fonda müslüm gürses artakalan çalıyor, o da işin ilginç tarafı.

işte tam buradan da izlediğim filmlerle de senkron olacak şekilde şeyi de düşünüyorum, arkadaşım dediğimiz insanlarla bir gün bi şeyler oluyo veya olmuyo ve bi süre sonra görüşmüyosunuz ve de sanki hiç tanışılmamışcasına hayatınıza devam ediyosunuz. bi yabancılaşma aldı başını gidiyor. hah mesela bu yabancılaşmayı bi de evliyken yaşıyo olsanız mesela, çogacayip olmuyo mudur?



all good things'i izledim de bu evlilikte yabancılaşma şeysine oradan çağrıştım, belirteyim. ayrıca film gerçek bi hikaye üstelik ryan gosling'in canlandırdığı saykodelik arkadaşımız hala hayattaymış, emlak işindeymiş üstelik. adam hala hayattayken böyle bi film nasıl çekilmiş o de enteresan. bi anlamda suç duyurusu gibi olmuş zira. gerçi üstü kapalı şey edilmiş ama neyse ehm spoiler şey etmiyim şimdi. izleyiniz efenim karanlık bi film kendisi bi de müzikleri ile gereksiz bi gerilim yaratmışlar onu pek beğenmedim ama tabiyki ryan gosling sayko da olsa candır, izlenir. ayrıca frost/nixon'daki Nikson amca da oynuyor, onun için de izlenir. bi de kirsten dunst var. 

bi de sinemaya gidemiyorum arkadaş. halbuki şartlar da o kadar olgun ki. yani işten erken çıktığım 2 ya da 3 günden birinde işten çıkar çıkmaz bi üst kattaki sinemaya gidip film izleyebilirim. ama nalet gitsin ki saatleri uymuyor ya. servisle eve dönebilmem için tamı tamına 3 saat 20 dakikam var işten sonra ve fakat bu üç saat 20 dakikaya uygun film olmuyor ya. deliriyorum uleyn. av mevsimine gideyim dedim, 2 saat 40 dakika sürüyor dediler servisi 5 dakika ile kaçırdığımdan gidemedim. bi günlük iznimde de değil dışarı adımımı atmak yataktan çıkasım gelmiyor. ben de kendi filmimi kendim çekemesem de kendim indiriyorum izliyorum, anasını satayım. oh.

ondan sonracıma blogger+tivitır kızlarımızla book club kurduk, ocak ayının ortasında da ilk toplaşkayı yapıyoruz. kitabımız da Murathan Mungan Cenk hikayeleri. okumaya başladım, başka bişi demicem kitapla ilgili bütün fikirlerimi toplaşkaya saklıyorum zira, hı hımm ^^

yaklaşık bir ay aradan sonra az çok böyledir efenim.

umarım daha kısa sürede tekrar karşılaşırız. (şair burada bayrağa seslenmektedir, kimseye göndermeme yapmamaktadır)

27 Kasım 2010 Cumartesi

padisahım çok yasa

Bugün hızımı alamadım, odtüye giren dana gibi blogları talan ettim resmen. ama az önce tivitırda prekazi'nin yazdığı tivit ve sabahtan gazetede okuduğum bir haber üzerine kendi kendime çok sinirlenince sinir krizini fırsata çevirip işbu postu yazayım dedim.


Öncelikle mevzu şudur, kısaca, padişah dediğin adam filmde ateşli sevişen bir kimse olarak gösterilemez. Ya bu durum o kadar birden çok şeye sinirlenmeme neden oldu ki, du sıralayayım:


1. Sex yoktur üreme vardır.


2. Mevzu bahis kişinin eşşek kadar haremi olsun, ama filmde kendisini canlandırırken vay efendim nası, neden padişah sevişirken çekilmiş gibi bi mevzu olsun.


3. Bu kadar kör düşünen bir adam "İstanbul 2010 kültür başkenti ajansı sinema direktörü" olsun.


4. Bu kadar yaygara koparılsın, yönetmenine hakaret edilsin ve fakat sevişme sahnesi sadece 40 saniye sürmüş olsun.


hani bi laf vardır ben pek severim kendisini "sende s.ke sürülecek kadar akıl yok".

22 Kasım 2010 Pazartesi

diziler, filmler, son haberler


arkadaş ben bu avrupa birliği gençlerine kıl oluyorum, sinir oluyorum, illet oluyorum. diyeceksiniz ki niye? çünkü çok geziyorlar. evet. çok geziyorlar. nasıl olsa vize derdi yok, tren ucuz. adamlar binip binip gidiyorlar. mesela İrlanda'ya Erasmus'a giden var sayın okur. İrlanda diyorum bak. bize ne var? İrlanda yok tabi. şayet İstanbul-Ankara-İzmir'deki üniversitelerden birinde okursan belki İspanya, İtalya neyn var ama daha ötesi yok.

Polonya'da 15 günlük atelye çalışması için bi amuda kalkmadığımız kalmıştı mesela. yok vize için ayrı ölçüde fotoğraf (tam bir wanted pozu, ki bambaşka bi konudur) yok pasaport için bambaşka bir fotoğraf, harç, sıra bekleme, pasaport eve kargolandığı için kargoyu da saçma sapan insanlar dağıttığı için dağıtımcıyı tenhada kıstırıp pasaportu elde etmeler ve bunun gibi birçok boktan şey. Biz bunlarla uğraştık normal insan olduğumuz için, (yeşil pasaportu olanları tenzih ederim) İtalyanlar uçağa bindikleri gibi geldiler. tam bir sokarimasu durumları, daha da bişi demiyorum ve çok bambaşka bi konuya atlıyorum, yeter sinir bastı.

Umut Sarıkaya'nın albümünü çıktığı gün aldım, çıktığı gün çok iddialı oldu, çıktığı hafta diyelim. Karikatürlerin çok büyük bir kısmını bilmekle birlikte çok bomba karikatürleri hem de topluca okuma şansı buldum, adam çok zeki beyler, hastasıyız. tavsiye ederim. hele bi "abi biz dar bütçeli bir diniz, bak ben de yaba istedim zeytin çatalı verdiler" karikatürü var ki, aklıma geldikçe gülüyorum.

Ondan sonracıma, özel sektöre bodoslama dalmamın üzerinden yaklaşık 3 ay geçti ve artık yavaş yavaş ne kadar yavşak insanların ve yavşak hareketlerin olduğuna gün be gün tanık oluyorum. ama "dikkat insan çıkabilir, her şey olabilir" düsturu ile yaşayan bi insan olarak çok şaşırmıyorum ama tabi zorlanıyorum bazı bazı.

Bunun dışında iki tane yeni dizi izliyo gibi yapıyorum, gibi yapıyorum çünkü tam izlemiyorum böyle bi tutku bi merak yok, hımm neymiş du bakayım havasındayım. birincisi Blue Mountain State, lise-güzel, seksi kızlar-amerikan futbolu- yakışıklı ve/veya loser erkekler. konu budur. 

İkincisi de Hung. Bayağı bi zamandır merak ediyodum başladım izlemeye ilk sezonu bitti ikincinin ortasındayım. bi tane adam var koçluk yapıyor kendi mezun olduğu lisede, karısı terk ediyor, adam beş parasız. male prostitute oluyor kendisi. çok iyi değil ama kötü de değil. şöyle diyim boş vaktiniz varsa izleyin yoksa hiç kasmayın nice diziler var.bi de bu diziyle ilgili şöyle bi kafa karışıklığı olduğuna inanıyorum. dizinin ilk sezon posterinde "middle age, divorced, broke, gigolo" yazıyor. ve fakat esas kahramanımız jigololuktan değil fahişelik işinden para kazanmaya çalışıyor. Yani belki anlamları yakın gibi görünebilir ama neticede aynı şey değil. bu da böyle gereksiz bi detaydı.

heeee bi de, (en güzelini en sona saklamışım  bilmeden) Otostopçu'nun Galaksi Rehberi'nin 710 sayfalık versiyonunu aldım ben ya, daha başındayım gerçi ve elimde ansiklopedi büyüklüğünde kitapla gezincesi insanların hoyrat bakışlarına maruz kalıyorum ama umrumda mı dünya, tabiyki değil. bu kadar büyüğünü ne okuycam yea diyosanız cep kitap versiyonu da var onu alın okuyun, filmini neyn izleyin ama tanışın muhakkak Douglas Adams ile. rest in peace Douglas. - bu son cümle de içimde çok acayip kanayan bi yaradır ama olsun-

Bi an böyle satır arası yazıncası yılmaz morgülün tivitleri geldi aklıma, arkadaş o adamın kafa bambaşka ya, hiç anlatılmaz yaşanır bi girin bakın.

Son olarak, Sinem (a.k.a Geowyns) kızımızla sosyal deneyimsi bi eyleme giriştik, kendisi bi hafta boyunca tivitıra tivit yazmayacak (başka yere tivitı yazılmıyo gerçi, neyse), bakalım neler olacak. mserdark'nın sosyal medya detoksuna benzeyebilir ama bizimkisi öyle değil, hatta en ufak bi esinlenme bile yok, aklımıza geldi yapıyoruz. detayları belki Sinem bloga yazacak.




budur.

27 Ekim 2010 Çarşamba

söylüyorum ama kime?

bi şey söylicem. lafa da böyle girilmez bu bir. bir tane değil birçok tane söyleyecek şeyim var bu da iki.


ya ben şimdi bu 500 days of summerın soundtrackini dinliyorum da, allam yareppim ne kadar acıklı şarkılar var ya. hele the smits'in iki tane biribirinden harika şarkısı var. ki ben, hiç the smiths dinlemiş bi insan değildim bu güne kadar ama bi taraftan da "the smiths fans die young" geyiğini de merak ederdim, lan geyik değilmiş gayet gerçekleşme ihtimalinin var olduğunu görmekteyiz.( ilgili bkz: there is a light that never goes out, http://fizy.com/#s/1lrk8p )


bunun dışında, lost in austen'i izledim. pek güzel çok da güzel bir mini dizimiz. jane austen'in pek iyi bildiğimiz pride and prejudice'inin çok egzantrik bir versiyonu, gerçi versiyon diyemeyiz ama diyedebiliriz bakış açısı. ama konu şöyle;


Londra'da 2000'li yıllarda yaşayan amanda price adındaki kızımız pek aşık bu kitaba, kitaptaki karakterlere efenime söliyim o havaya, o zamana, o dokuya, o her bi şeye. ve bir gün bir gün kızımız bi şekilde o romanın içine giriyor ve olaylar gelişiyor. toplam 4 bölüm 45'er dakika. ama cidden çok eğlenceli. kızlar için bi güzel tarafı da ço yahuşuğlu erkekler var böyle bak bak doyamazsın. ben de zaten doyamadım. dizide bi colin firth geyiği vardı üşenmedim dün colin firthlü versiyonunu da indirdim ve hatta keira knightly'nin oynadığı filmi de indirdim. filmi izledim. colin firth kenarda bekliyo onu da izlerim bi dahaki izin günümde belki, gerçi bi dahaki izin günüme yapılacak bambaşka şeylerim var, du yazıyım da okuyanlar kıskansın; Gökçe ile pasta yapcaz biz niheheh yerken  de sex and the city izleriz. oh mis.


ondan sonracıma ben bugün kendi mağazamın tadilata girmesinden mütevellit en cafcaflı şubeye geçtim, hemen ilk güne imzamı attım ve "bayan değil kadın" polemiği yarattım sonuna kadar da savundum, inanmazsınız bu şubedeki çocuklar pek şirin çıktı "aa çok ilginç bi tespit aslında" deyip kabullenir gibi yaptılar. hoş, benim söylememle bu durumdan haberdar oldukları için konuyla ne kadar alakasız oldukları gün gibi ortada olduğu için aslında pek de şey olmadı, ama neyse en azından daha önceki şubedeki süper acayip arkadaşlarımız gibi hayır lan bayan denir asıl kadın çok ayıp demediler, bu da bir şeydir.


ve de bu mağazada her şey çok iyi çok güzel, sadece iki minik! sorunum var.


1. müdiremiz egosundan kimseyi görmüyo, aynı tipten başka bi insanla başka bi maceram olmuştu, ben de yaşanmışı var modundayım ama yine de işim biraz zor.


2. çok şirin çok yardımsever pek tatlı ve de bizim üniversitede okumuş (gerçi 2004 girişli ve hala okuyo, neyse) bir arkadaşımız var, ama kendisi şu an benim arkadaşım olm(a)yan bi insanın neredeyse tıpkısı, so hiç hoş değil, yine de işim zor vol.2




bir de A Garden State filmini izledim. şöyle söyleyeyim müzikal olmayıp da şarkılarla filmin farklı bir şekilde iç içe geçtiği düz bi film olmakla birlikte pek hoş bir filmimiz. düz diyince de hakaretengiz bi cümle oldu ama değil. düz derken böyle bi aksiyon yok ortada pek olay da yok zaten durum hikayesi gibi. sadece 4 günü anlatıyo film. ama müziklerle o kadar güzel harmanlanmış ki. bi de benim izlediğim versiyonunda alyazılarda şarkıların sözleri de yazılıydı, duruma cuk oturan şarkılar seçilmiş zach beyimiz tarafından. çok şahane bi iş çıkarmış. tavsiye ederim. ben de Güzide'nin tavsiyesiyle izledim. pişman değilim. çok saoluuunnn Güzide (duman stayla)


Gökçe'nin tavsiyesiyle de love and other disasters'ı izlemiştim. hatta dün tekrar izledim. (evet farkettiğiniz üzere dün izin günümdü ve bütün gün bi şeyler izledim, oh ne kadder güzel oldu) bu film benim hayatımda görüp görebileceğim en iyi sorgulama filmlerinden biriydi bence. aşk'ın halleri ve aslında pratikte nasıl olduğuyla ilgili bir film ve o kadar akılcı ve sorgulamacı replikler var ki, inanamazsınız. inanmazsanız açın izleyin babies. çok saol Gökçiiii (kendim stayla)


19 Ekim 2010 Salı

merhaba.

benim kendimin neredeyse çok düzenli bir işi ve çeşitli yol güzergahları olduğundan mütevellit hemen her gün değişik yazı ve tabelalarla karşılaşıyorum. paylaşmak isterim. aynen yazılmış olduğu hali ile aktarıyorum. en ufak bi kendimden katma durumu yoktur. arz ederim. birincisi "maykrosoft internet cafe" yorum yok buna. ikincisi de "ret kit köyüm" kendisi birahane oluyor, cebecide. diğer birahanelerin ve gazinoların adları da bir bu kadar iddialı ama ben unuttum not edeydim iyiydi.

bir de geçen gün bir yazıya rastladım, çankırı caddesinde. ankara'yı bilmeyenler için ilk önce bir çankırı caddesi tarifi yapmam lazım. efenim çankırı caddesi dışkapı'yı ulus'a bağlayan ve üzerinde en eski ve bilindik gazinoların bulunduğu enteresan bir caddemiz. ben de evden işe giderken bazen kullanıyorum bu caddeyi. arabam yok ondan hep ühühü. neyse konuyu dağıtmayalım. benim bu caddede bir gazinonun ilanına gözüm takıldı. şöyle alt alta fiyatlar yazıyordu:


Bilmemne Yemeği- X TL
Bilmemne Yemeği 2- Y TL
50'lik Bira- Z TL
35'lik Yeni Rakı- V TL
 BAYAN İÇKİSİ- 20 TL.


bu bayan içkisi bir nedir bütün yol boyunca bunu düşündüm. herhalde konsomasyonun fiyat listesine yansımış hali dedim, pek üzüldüm.

şimdi bunların üzerine gönül isterdi ki saykodelik müşterilerden bahsedeyim, efendime söyliyim tivitırımın kızlarıyla kaynaştık onu anlatayım, Glee'nin vol. 3 albümünün ne kadar da şahane olduğundan, Rijkaard'a yapılan haksızlıktan bahsedeyim ama olmuyo sanki. bir dahakine kıfsmetse.

hoşçakalın.

26 Eylül 2010 Pazar

ne dedim kimbilir


bu sıra mini mini birler çalışkan ikiler modunda pek cabbar ceval atakan günlerimdeyim. 2 yıl önceki ruh halimi yakaladım galiba. kendimi her şeyi başarabileceğime ikna etmiş durumdayım. ve de bir de kitap okumaya çok keskin bir dönüş yaptım. okuyorum artık bir şeyler, çok iyi oluyor çok da güzel oluyor. deneyin %100 çalışıyor. tabi geyik potansiyelimden de bir gram kaybetmiş değilim.

Geyik dedim de geyik yapacak ortamım yok arkadaş. bi tek buna üzülüyorum. şu anda beraber çalıştığım tayfa ile dilimiz pek uyuşmuyor. şimdi sakın yanlış anlamayın da (bu lafa da kılım "yanlış anlama" belki sen yanlış anlatıyosun ne belli, alla alla) ben diğer arkadaşların yanında fazla entel kaldım resmen. kullandığım kelimeler bile çok yabancı geliyor, halbuki bildiğimiz türkçe konuşuyorum ben de. yani araya ingilizce kelime falan katmıyorum hiç. neyse.

bir dolu diziler filmler bir şeyler izliyorum. tabi izliyorum diye anlatmak durumunda değilim. ya da yazmak. bu noktada şöyle bi düşünce olabiliyor. "yeaa o kadar izledim bari yazayım da boşa gitmesin" şimdi bu biraz saçma bi yaklaşım. zira izlediğin şeyleri birileri okusun diye yazmak filmin dizinin boşa gitmemesini sağlayacaksa sen zaten boşa izlemişsin, zira o izlediklerin başkalarına anlatmak için değil kendine bi katkı olsun diye izlediğin şeyler olmalı. yani tabi bana göre bu böyle. başkaları tam tersini düşünebilir. gerçi genel olarak arkadaş ortamlarını düşünecek olursak millet dizileri filmleri, ufkunu açmak için değil de " yea bi bi şey izledim şöyle şöyle" diyip çok entellektüelim hımm havaları yakalamaya çalışabiliyor. ama o havaları yemiyoruz tabi. hıh.

o kadar yazdım madem şimdi izlediklerimi yazsam mı yazmasam mı bilemedim. resmen arada kaldım lan. kendi kendimi kaosa sürükledim iyi mi?

tivitırda 1900'lü tivitlere geldim ve bu bence biraz kötü oldu. zira uluslararası ilişkiler okumuş bi insan olarak yazdığım her tivitin sayıyı arttırmasını yıl bazlı olarak şey ediyorum. mesela 1914. tivit, aha birinci dünya savaşı başladı vs. artık ne kadar düz ne kadar monoton bir heyatım varsa böyle şeylerle bi ekşın yakalama çabasındayım. mesela şu an tam 1918 tane tivit yazmışım ve birinci dünya savaşı bitti sırasıyla sevr, lozan ondan sonra kurtuluş savaşı sonra meclisi kuracaz ve ardından cumhuriyeti kuracaz harf devrimi derken manyağa bağlıyoruz. bu postun da sonuna gelmiş olayım daha fazla şey etmeden.

**ilk görsel ne alaka diyeceksiniz muhtemelen, aslında hiç alakası yok ama google'a geyik yazınca görsellerde bu çıkıyor. öyle, ne bileyim.

saygılar bizden efenim.

17 Eylül 2010 Cuma

bir yazı yazdımki, dönemem.

akademiyi bırakmaya karar vermeseydim şu kadar zaman yazamayışımı "entellektüel blokaj" gibi süslü kelime öbeği ile negzel tanımlayabilirdim ama ben kendim artık son derece normal işi olan sabah işine giden akşam evine gelen bi insanım dolayısıyla vay arkadaş ne oldu bana böyle de ben yazamaz hale geldim? ben bu hallere düşecek insan mıydım? olarak tanımlıyorum.

neyse ne diyodum evet efenim artık bir işim var böyle bildiğin iş, ciddi bir kurum gerçi ekip çok neşeli, işin kendisi de neşeli zaten bence. pis zenginci insanlara mobilya satıyoruz. gördüğünüz gibi gayet düz bi iş. zaten bi dolu insan da lan o kadar okudun üniversite yetmedi yüksek lisans bile yaptın (tam yapmadım ama yaptım varsayıyorum ben kendimi zira çok çileli bi iki sene oldu, ühüh) şimdi tezgahtarlık mı yapcan? dediler. lise mezunu aynı bu işi yapan erkek bi kuzenim var hatta o bana "madem bu işi yapacaktın liseden sonra bu işe girseydin en azından tecrüben olurdu" dedi. ben de kendisine " yalnız bu benim çalıştığım şirket idari kısımda çalışacak elemanlarını dahi satıştan başlatıyor ayrıca da üniversite mezunu olmayanı almıyorlar istediğin kadar tecrüben olsun" diyerek göt ettim. ama ne yalan söyliyim ben de işe başlamadan önce bi burun kıvırdım yeaa ben satıştan ne anlarım hem tezgahtarlık mı yapcam dedim ama meğer kazın ayağı öyle değilmiş lan. misal satış konusunda başarılı olabilirsen kazandığın primlerle beraber maaşın 5 bin liraya kadar çıkabiliyür. oha tabi. ama yalan değil bizzat gözümle gördüm ben rakamları.  tabi maaş önemli motivasyon ama her zaman şeye de inanırım yaptığın işin ne olduğu ne kadar kazandığından önemlidir. yani mesela bi araştırma görevlisi 1.600 lira maaş alıyo ve primdir yoldur yemektir hiçbir şeyi de yok. ama adam akademik. dolayısıyla sen tezgahtar olarak 5.000 değil 10.000 de kazansan onun kadar prestijli olamazsın. bununla birlikte farklı olan şöyle bir durum var. kimse ömür boyu tezgahtar olarak kalmıyo zaten. şayet başarılı bi tipsen zaten yükseliyosun. işte üniversite mezunu olmak da burada devreye giriyo. üniversite mezunu olunca yükseleceğin yerlerin sınırları genişliyo. bi de esas beni cezbeden başka bir durum var bu işle ilgili. bizim şirketin bir tane şubesi var new york'ta ve buradan başarılı elemanları yolluyolarmış. bi de bir iki sene içinde aynı bölgede 4 tane daha mağaza açacaklarmış. benim buralarda gözüm var. arkadaş ben o new yorka gidicem. işte bunlardan ötürü böyle bir işe girdim dostlar.

neden sen kendini bi jastifay etme gereği duydunuz derseniz, orasını tam bilemiyorum ama ben kendim genelde bodoslama yazdığım için, bu jastifay işi bizzat kendime karşı yapılmış bir hadise zannediyorum ki. dedim ya ben de ne tezgahtarlık yapcam yeaa diye girdim işe dolayısıyla bilincimin altının ve üstünün çeşitli araçlarla ikna edilmesi gerekiyordu. işte insanın kendine ait bir blogu oluncası böyle işlere yarıyor hoş oluyor.

şimdi çok alakasız birkaç konuya daha değinip kaçacağım kuzum.

-bugün Gökçe'den sonra bir tivitır/blogır sayesinde tanıdığım bir kimse ile tanıştım kaynaştım ve hatta dizi-film alış verişi yaptım(yerim dar olduğu için starwars'un 4-5-6 hd versiyonunu alamadım içimde kaldı ama söz aldım bi dahakine alcam nihehe) kendisi Hulusi adında bir arkadaşımız :P Güzide sayesinde haberdar olmuştum kendisinden ama dünyamız fazlasıyla küçük olduğu için meğersem Hulusi bey oğlumuz Ayşin'in pek yakından bir arkadaşı imiş falan filan. işte öğlen buluştuk yaklaşık 4 saat kadar beraber vakit geçirdik muhabbet ettik kendisinin başka bir arkadaşı ile bir poroğramı olduğundan mütevellit beni ekti ve olaysız ayrıldık. çok güzel oldu çok da güzel iyi oldu. daha böyle bi milyon satır yazabilirim tabi ama gereksizlik olmasın zaten destan gibi yazıyorum.

-bu toplu taşıma terörü ne olacak ya? nasıl olacak yani? illa araba mı alayım yani he? hayır param da yok, gerçi param olmadan araba alabilirim bi doğan görünümlü şahin çok para değildir sanıyorumki. bi de lpg taktırdım mıydı değmeyin keyfime. ama şaka bi yana gerçekten millet artık çıldırmış yani çok net. o dolmuş şöförlerinin manyaklıklarını hepimiz biliyoruz da artık yolcular da iyice bi çıldırmış. mesela bugün akşam 19.30 otobüsü ile eve dönmeye çalışırken bindiğim otobüse bi durak sonra 40'lı yaşlarında baş örtülü böyle gayet normal bi teyze bindi. benim oturduğum koltuktan iki öndeki koltuğa oturdu. kendi oturduğu yerde cam kenarında çıkıntı vardı herhalde ki yanına da bi tanıdığını oturttu. ve telefonundan vidyo gösterdi yanındaki kıza. tabi otobüsün geri kalanı vidyoyu göremiyo ama bütün o manyak seslerin hepsini duyuyo. çocuklar çığlık atıyo birileri şarkı söylüyo birileri bağırıyor bi de üstüne telefonun ses kalitesini düşünün. bildiğiniz cinnet hali. ve işin ilginç tarafı bütün otobüs bu durumdan rahatsız olmasına rağmen kimse sesini çıkarmadı. ben de bi yaklaşık 3 dakika sabrettim. baktım kadında vidyo çok birini kapıyor ötekini açıyor. ben durur muyum yapıştırdım cevabı "SESİNİ BİRAZ KISAR MISINIZ LÜTFEN" dedim aynen böyle gayet sert ve büyük harflerle. ve kadın kapadı anında. ne diyim bilmiyorum bu kadına. görgüsüzlük mü cehalet mi bi anlık gaflet mi bilemiyorum. ama beni hayatımda ilk defa toplu taşıma aracında bağırttı. buradan kendisini tebrik ediyorum. eskiden de muhakkak böyle olaylar oluyodur ama eskiden benim mp3 çalarım vardı hayat kurtarıyodu şimdi yok ondan hep böyle sabah-akşam manyağa bağlıyorum ama az kaldı bi haftaya alıyorum yeni mp3 çalar, bugün gittim beğendim bi tene.

-size hiç oluyo mu bilmiyorum ama bana arada gereksiz bi sosyallik geliyo. her gördüğümle sosyalleşesim geliyo. mesela Hulusi'yle olaysız dağıldıktan sonra ayakkabı bakmak üzere bi mağazaya girdim, ayakkabı beğendim almaya karar verdim ve hem bana ayakkabı denettiren satış elemanı amcayla hem de kasa da işlem yapan yakışıklı genç arkadaşla tezgahtarlık ve mağazacılık üzerine muhabbet ettim. ayakkabıyı denemem beğenmem ve satın almam toplam 5 dakika sürdü muhabbet ise 10 dakika. otobüste de orta yaşlı bi amca  matematik testi çözüyordu çarpanlara ayırma çözüyordu bi tane soruda çok fena takıldı. herhalde yeni çözmeye başlamış işin içinden çıkamadı. ona müdahale etmemek için resmen zor tuttum kendimi. eve geldim soruyu çözdüm falan bi rahatladım. iyi oldu. işte böyle yani. şayet sizde de böyle durumlar oluyosa bi çıt edin bişi diyin. yalnız hissetmiyim kendimi. yazık.

-bu yazı aslında kabız olan bi insanın kabızlıktan hemen sonra ishale yakalanması gibi oldu di mi? neyse geri kalanları unutmazsam başka bi post olarak girerim artık. öperim. thx kib bye.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Güzide'nin Sinem ile İmtihanı

 Evet efenim yine yepisyeni bir röportajla karşınızdayız. Defterimi yaz temizliğinde yitirmeseydim çok başka sorularla çok daha erken bi zamanda yayınlanacaktı bu röportaj ama kıfsmet tabi. Buradan Güzide'ye her türlü çok teşekkür ediyorum. Buyrunuz Güzide hanım kızımızın cevaplarına;


Tivitır sebebiyle ziyadesiyle kaynaşmış hatta ilişkimizi bir level üste taşıyıp farklı platformlarda muhabbet etmiş iki insanız. Ama adettendir sen kimsin bi anlat bakalım.
soruyu ilk okuduğumda,"sen kimsin?" sorusuna cevap vermenin ne kadar zor olduğunu düşündüm ya. Bir yandan kötü özelliklerimi söylemesem mi iyi gözükeyim lan dedi kötü tarafım bir yandan da sadece gizemli veya kötü olan insanların sahip olduğu cazibe aklımı çeliyor. Neyse uzatmayayım :) Ben babası ismini Güzide koyup,baştan çocukluğunu biraz mahvetmiş olan bir kızım. İsmim yüzünden insanlar bir ortama girmeden önce 30 yaşında biri gelecek falan sanıyorlar, geldikten sonra da 19 yaşında olan bendenizi 22 yaşında sanıyorlar. Doğduğumdan beri aynı evde yaşadığımdan dolayı, hala ilkokul arkadaşlarımı görüyorum birbirimize gönülden inanarak "bir ara görüşelim yaaa mutlaka, çok özledim" diyoruz.Babamın semazenlik yıllarından kalma olduğumuz için ikimizin ismi de oradan etkilenilmişte koyulmuş. Bir abim var,kendisi bu dünyada beni en iyi tanıyan insanlardan biri tabi en çok çilemi çeken. Msn konuşmalarımızın bölünme sebebi bir de,biz böyle beraber film seyrediyoruz, dizi seyrediyoruz, konsere, gezmeye falan beraber gidiyoruz.Kendisinin yeri ben de çok çok ayrıdır.Sevdiğim insanların yanında süper neşeli, eğlenceli biriyken, sevmediklerimin yanında maalesef suskun değil, tepeden bakan, her lafa birşey diyen, çokbilmiş biri oluyorum. Eskiden çok arkadaşım olmasından hoşlanıyorum sanırdım ama yalnızlığı seviyorum. Bir de anlaşılması zor bir insanım o yüzden ailem dışında beni çekebilen sadece bir insan var hayatımda:).

Hazır tivitır dedik oradan devam edeyim.  Tivitır insanın kendine yakışanı giymesi gibi bi şey, nereye çeksen oraya gidiyor. Sen nereye doğru çekiyosun tivitırı?
Twitter'a ilk geliş sebebim, sadece birinin yazdıklarını okumak içindi. Hala da bir tutam öyle. Sonra yazmaya başladıkça,senin sevdiğin filmleri seven,müzikleri dinleyen insanlarla tanıştıkça hayatım da bir nevi bağımlılık haline geldi desem abartmış olmam. Sonra bu twitter ünlülerini takip ettiğim zamanlar oldu. Tespit manyağı oldum amiyane tabirle :) Konuyla bir ilgisi yok ama bu insanlar gece gündüz evde oturup tespit mi düşünüyorlar ya da bazılarının aşk hayatı maaşallah rozalinda dizisinden miras kalmış gibi, süper hareketli.Twitterı en büyük sevme nedenim ,ilerideki sorularda açığa çıkacaktı ama mühendislik okuyor olmamdan kaynaklanan bir eksiklik. Zevklerimin uyuştuğu, geyikten başka bir şeyler konuşabileceğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, geri kalanlar da beni ultra kültürel bir kişilik sandıklarından konuşmaya çekiniyorlar maalesef. Twitter sayesinde özellikle sen ve kankanı(şair burada Esra’ya sesleniyor) tanımak benim için en güzel şey. Bir de msndi dmdi(dm diyorum Sinem hani şu daha sık yapalım dediğimiz şey :P ) derken yeni arkadaşlıkların ilk anlarının rehavetini atıyorsun böyle şeker gibi bir olay. Yani yarım sayfa saçmaladıktan sonra twitter'ı herhangi bir spor olayında yapılan yorumlarla birlikte izlemek en sevdiğim yönü sanki toplu seyrediliyormuş gibi bir ortam oluyor. Bir de twitter sayesinde acayip güzel filmler,gruplar öğreniyorum. Ne kadar masumane şeyler için kullanıyormuşum, ben bile inanamadım.


Neden bir blogun var?
Bloğu Nisan ayında açtım, keşke daha önce açsaydım diyorum hep. Ocak ayı gibi çift kişilik bir hayattan tek kişiliğe geçiş yaptım diyerek özel hayatımı da gözler önüne sereyim Sinem :) Güzide'den şok açıklamalar başlığı altında ver bloğa röportajı lütfen. İki ay boyunca hayatın tüm kötülükleri beni bulmuş gibi bir havam vardı, yeni dönemin küçük emrahıydım ben bir nevi, şimdi hatırlayınca gülüyorum tabi bayağı sapıtmışım o sıralar. İnternette dolaşıyorum sıkılıyorum, film seyrediyim diyorum kendime pay çıkarıyorum ortada film milm kalmıyor. Sonra işte blog fikri geldi birden, okulda ki bir ödev yüzünden. Zaten bloğun ilk ayında birkaç tane melankolik yazı var, sonra dönüp okuyunca benim bile içim bayıldı. Bloğu açış sebebim yalnız olmadığımı hissetmekti açıkcası ama sonra yazdıkça okuyup geri dönenler falan çok mutlu etti.

Blogunun adından dahi aşırı bi melankolizm ve umutsuzluk, yalnızlık akıyor, ben tanıyorum seni çok neşeli bi insansın nerden kaynaklanıyor bu melankolik durum?
Öncelikle çok süper bir tespit yapmıssın benimle ilgili. Aslında insanın doğasında olan bir şey; bazı günler mutsuz bazı günler mutlu olmak. Sonra insan seçim yapıyor ya topluma mutsuz tarafını gösterecek çoğunlukla ya da mutlu. Ben ikinci seçeneği seçenlerdenim ama mutsuz yanımı da saklamaktan hoşlanmıyorum. Öbür türlü insanlar hiç üzülmeyen, ağlamayan, koyver gitsin kafasında bir insansın sanıyor. O yüzden beni tanıyan veya tanımakta olan insanlara sisli tarafı da göstermek istedim. Blog da bunun için biçilmiş kaftan oldu.

Özellikle inci sözlüğün yarattığı yeni jargon ve internet dili ile ilgili neler düşünüyorsun?
İnci'nin bazı yaptığı eylemler trajikomik cidden. Küfür konusunda pek geniş mezhepli biri değilim. O yüzden sorunların, sıkıntıların her cümlede mutlaka bir küfür ile anlatılması bana çok da doğru gelmiyor açıkçası. Bir yandan da ister küfürle, ister en kibar yolla sıkıntını anlat, çözülme oranının yerlerde dolaştığı bir ülke burası, maalesef. Mesela ekşiye yaptıkları baskın saçmaydı bence. Çünkü ekşi onlardan on numara büyük bir kere; hem de uslüp olarak bariz bir şekilde farklılar. İnternet dili dediğinde aklıma ilk şu b lerin p, t lerin yanına h getiren (bknz:ashkıım,pepeyiiim)grup geldi direk. Bu gençlerin de büyük psikolojik problemleri olduğunu düşünüyorum ve gösteriş budalaları olduklarını. Tüm nefretimi kustuğuma göre,diğer soruya geçebilirim herhalde. :) 

Her gün muhakkak dinlediğin bir şarkı var mı? 
Her gün özellikle dinlediğim bir şarkı yok ama her gün özellikle dinlediğim grup The National. Hatta sen bana soruları akşam attın ama ben hemen cevaplayamadım, National dinleyebileceğim bir ortam da değildim.National ile en büyük yaram,İstanbul'a geldiklerinde 18 yaşından küçük olduğum için konserlerine gidememiş olmam. Zaten şimdi de adamlar İngiltere ile İrlanda'nın dışına çıkmıyorlar.(İrlanda diyor,İngiltere diyor bu kız Sinem)Sırf bu sebepten ama sadece bu sebepten İngiltere'ye gideceğim :P bir de ingiliz aksanına doymak için olabilir bak.

Sadece internet üzerinden tanıdığın yüzyüze görüşmediğin insanlarla yüzyüze görüştüğün insanlardan daha fazla şey paylaşıyor olmak zaman zaman “lan ben bunları diyorum ama kime diyorum” paranoyası yaratıyor mu sende?
Yaratmıyor çünkü internetin en güzel yanlarından biri bence bu zaten. Normal şartlarda büyümüş bir insan, ömrü boyunca ne kadar insanla tanışabilir ki? Bence internet ile normal hayatta konuşup vakit öldürdüğün insanlardan çok daha değerlilerini bulma ihtimalin çok yüksek. Bir yandan da internet cinayetleriydi, dolandırmalarıydı gibi olaylar da var tabi.O yüzden açıkcası sanal alemde kendi cinsime samimi olduğum kadar karşı cinse olamıyorum ilk başta. Klasik karşındaki erkeği kötü olarak gör :) Tabi bana bunun aksini gösteren erkeklerle de tanıştım, hepsini de sıra dayağına sokmayayım. Tek negatif düşüncem sanal alemle ilgili, psikolojik olarak, bir kere bile resmini görmediğim bir insana, hayatımla ilgili şeyleri anlatamazmışım gibi geliyor.


Neden makine mühendisliği?
Küçükken hep sorarlar ya büyüyünce ne olacaksın diye, ben hiçbir zaman ne okuyacağımı bilemedim, gelecek planımı 9 yaşında çizemedim valla. Sonra işte lise zamanı diyetisyenlik yazmak vardı aklımda ama sonra diyetisyenlik yazan insanları görünce bunlarla okumam ben yeaa diyip ondan da vazgeçtim. E sağlık alanı istemiyordum geriye sayısal olunca kutsal meslek mühendislik kalıyor :P Neden makine mühendisliği diyince valla değişik yorumlar var Sinem'cim. Lisede Fem'e gidiyordum,danışman hocam makine mühendisliği yazacağımı duyunca "sen üniversiteye erkek bulmaya mı gidiyorsun ?" demişti. Aslında gerçek sebebi bu ama ben insanlara fiziği matematikten daha çok sevdiğimi üç erkekle büyüdüğüm için de erkeklerin fazla olduğu ortamların benim için korku değil eğlence demek olduğunu anlatamıyorum. Bölümün şimdilik tek kötü yanı, makine mühendisi kızlarının adlarının ultra çirkinlikle ünlenmiş olmasından dolayı, okula moralim bozuk olduğunda bile salaş gitmeye cesaret edememem. Buradan bizim bölümdekilere de sesleniyim, siz her gün kareli gömlek,tişört,kot giyince bakımlı mı oluyorsunuz lan, bizim günahımız ne. Son bir şey kızları için bir şey demek istiyorum. Gerçekten bakımsız olanları var ama bir de erkeklerin arasına girmeyi erkek gibi davranmaktan geçtiğini düşünüp, evrim geçirip erkekleşenler var. Böyle de satarım hemcinsimi.

Bilgisayar/ internet ve futbolun genel anlamıyla erkek tekelinde olmasına rağmen inatla bu alanları kullanan kadınlar var. Sen de bu kadınlardan birisin. Özellikle futbolla ilgili yorum yaptığında acayip tepkiler aldığın oluyor mu?
Futbol konusunda konuşma tabularımı yıkan abim ile kuzenim oldu. Küçükken üç erkekle büyüyünce evcilik yerine favori oyunun dokuz aylık oluyor zaten. Sonra büyüdükçe futbola ilgim azaldı biraz ama artık çocukluktan kalma bir aşkla mı bilmem son yıllarda sadece futbol değil tüm spor karşılaşmalarını keyifle izliyorum. Maalesef dışarıda ailemde gördüğüm saygıyı göremiyorum. Erkeklerin doğuştan futbol kurallarını bilerek doğduklarını sanmalarından vazgeçmeleri lazım artık ya da futboldan gerçekten hoşlanan ve anlayan kızların "erkek gibi" olmak zorundaymış gibi davranmalarına. İşin ilginci de futbolla ilgili muhabbet geçtiğinde, kadınları aşağılayanlar İstanbul takımları oluyor hep, Trabzon zaten kadınların egemen olduğu bir yer olduğundan gerek; futbol olduğunda da erkekler hiç sorun etmeden bir kadınla takımın durumunu, maçı, pozisyonları tartışabiliyor.Bir de bence çoğu kız, erkeklerin kızlar futboldan anlamaz ve zevk alamaz yargısından dolayı futboldan hoşlanmayı bile denemiyorlar.Hazır yeri gelmişken hemcinsime de söyleyeyim, kızlar futbol da diğer sporlarda süper zevkli, büyük ihtimalle asla sahip olamayacağınız köşklerde yaşayan ultra lüks "sanatçıları" kendinize örnek alacağınıza, sporcuları alın hayatın gerçeklerini de görmüş olursunuz hem.

İstanbul’da doğmuş büyümüş bir insan olarak neden üç büyükler değil de Trabzonspor?
Anne tarafım da baba tarafım da Trabzonlu. Her sene mutlaka Trabzon'a giderim hem İstanbul'da yaşayan akrabamız yok, tüm kuzenlerim orada hem de orayı bir başka seviyorum.Bir sene biraz geç gidecek olsam, başka bir şey düşünemez oluyorum.Trabzonspor, Trabzon'da ibadet gibi. İnsanların en çok konuştuğu şey bu. Ondan öte benim en çok hoşuma giden şey 70-80 yaşlarındaki kadınların maçlara gidip tezahürat etmeleri, maç olduğu zaman ailecek seyredebilmek. Annem lisede okurken, o zaman Trabzonspor şuan ki halinden çok daha iyiyken tabi maçları radyo ile odasında dinlermiş. Tabi İstanbul takımlarından birini de tutabilirdim rahatlıkla ama biraz bu konuda kıl olduğum şeyler var. Açıkcası İstanbul takımlarının taraftarlarının en azından dörtte birinin palavradan taraftar olduğunu düşünüyorum. Bir takım tutmak zorundaymışım gibi davranıldığından ya da sevgilisi, kocası ya da ilk  platonik aşkı o takımı tuttuğundan. Trabzonsporlu olmak ise kimsenin hatrı veya sevgisi için içimde oluşan bir şey değil. Sanırım benim için Trabzonspor'u bu kadar önemli yapan şey de bu, sanki içimde hep varmış gibi hissettirmesi.


bir sonraki imtihanda görüşmek üzere efenim. esen kalın.

8 Ağustos 2010 Pazar

polonya! notları reloaded

dün polonya fotoğraflarına bakıncası dedim dur ya ekleyecek görsellerim var ımış, o zaman ikinci bir post daha gireyim.




evet mesela lublinde tutku satılıyor, rastladığımız tek türk ürünü de buydu zaten. bi de sadece tek ve en büyük markette gördük, bize ne oluyosa görünce bi sevindik şebelek turistikalar olarak hemen fotoğrafını çektik. burada çoğul konuşuyorum zira toplamda iki kişiydik ve birinde fotoğraf makinesi var idi diğerinde de fikir var idi. aslında bir bisküvi için oldukça da pahalı satılıyor. bu pahalı olayını da bira endeksine göre söylüyorum :), zira 1.5 zlotiye bira var ama bisküvi 2,49. ki indirimli fiyatı 2,49 indirimsizi 3,49 ben o paraya 3 bira alırım arkadaş.(böyle de alkol manyağı insan modeli çizmiş oldum, esasında her gün içen bi insan değilimdir, bi ortam olursa falan ama polonyada içki fiyatları dibimi düşürdü)

hazır bira demişken kelimenin tam anlamıyla bira sudan ucuz. insan susadığında kararsız kalıyo bu kadar parayı suya vereceğime gider iki bira alırım diyo. ama şöyle bi uygulama var o elleri kolları biraz bağlıyor, sokakta içki içmek yasak. her yerde içebiliyosunuz ama sokakta kesinlikle yasak. trafik kuralları içerisinde de içki ile ilgili çok sert uygulamalar var imiş yine. tek bir bira bile içip yakalanırsanız ömür boyu trafikten men ediliyosunuz ve şayet kazaya karışırsanız da 4 yıl hapis yatıyosunuz. rüşvet oralarda da varmış ama berlin duvarının yıkılması ve liberalizme geçişle beraber o işler de değişmiş. mesela rüşvet teklif ettiğiniz polis "bu adam bana rüşvet de teklif etti" dediğinde 2 yıl daha yatabiliyomuşsunuz. o yüzden (en azından bizim temasta olduğumuz) polonyalılar bu kurallara bayağı bir sadıktılar. gerçi şöyle bi farklılık var, mesela orada da alkolsüz biralar var ve araba kullananlar bir tane ondan içebiliyolar ama onların alkolsüz birası bizim efes ile aynı alkol yüzdesine sahip :D yüzde 3,5 onlara göre alkolsüz bira oluyormuş. evet ilginç hakkaten.

hazır içkiden gittik devam edeyim (hoş lublinle ilgili aklımda kalan çok şey içkiden ibaret zira daha iyi pek bir şey yok) mesela ahududulu vodka shot denedik gerçekten enfes bir tadı vardı, bir de sharlotka diye bir şey denedik o da apple pielı vodka idi  zaten sharlotka rus usulü apple pie imiş, o daha da bir harikaydı. fakat bunlardan daha harika bir içki daha vardı. ben onu denemedim zira deneyen herkes aşık oldu içkiye o da bitki karışımlı vodka. bu kokteyl değil direk vodka yapılırken bitki karışımı ile birlikte yapılıyormuş ve böyle çok acayip çok güzel çok harika bir tadı oluyormuş. adını da yazmak isterdim ama takdir edersiniz ki lehçe upuzun ismi hatırlamam mümkün değil. ama bi gün polonyaya gidebilirseniz anlatırsınız vodka with herb deyu, elbet bi bilen çıkar.

bi de pek meşhur guinness içtim ben, normal biradan daha az asitli daha hoş bi içimi var kendisinin. gerçi türkiye'de de satışı yapıldığını duydum ama sadece birkaç markette kutulanmış hali satılıyo ama londraya giden bi arkadaşımdan öğrendiğim  kadarı ile onun kutulanması makbul değil imiş bişeyler bişeyler.  ha bi de italyan bi kız (kendisi dublin'de erasmus'a gitmiş hem de bir yıl) irlanda dışında satılan guinness sadece sıradan bir üründür, gerçeğini irlanda da içmek lazım gelir dedi ama kime dedi. ben ömrümde irlandayı görür müyüm bilmiyorum ki. o açıdan gittim denedim, beğendim. deneyin beğenin. guinnessle olan tek fotoğrafımda gözlerimin kısık çıkmasından ötürü buraya görsel koyamayacağım kusura bakmayın(hasbaya bak)

işte bu da dün bahsettiğim bir ladies night örneği, kendisi kızlar yurdunun önünde duruyor idi. zannediyorum fazla söze gerek yok. ha ama bi şey demem lazım, bu i love pussy bi şarkıya gönderme imiş göya amma işin altında, tabanında yatanı görmeyeni meşe odunuyla dövüyorlar.


bu da Kazimierz(kaşimierjj diye söyleniyor ki benim lehçede en severek söylediğim kelime oldu kendisi, nedense) deyi bir şehir. kendisinin çokkültürlü yönleri varmış onun için gezindik oralarda. bu şey de şehre adını veren kazimierz adındaki kralın bir temsili, pek neşeli. bu kazimierz polonya'da baya ünlü bi şehirmiş. açıkcası benim dilim şehir demeye varmıyor böyle kasabadan bozma diyebiliriz zira yürüyerek bir iki saatte her yeri görmeniz mümkün. şehrin dibinde minicik bi göl var. aslında tam göl değil böyle şehre ve özelliklerine bok atmak gibi olmasın ama göl de dereden bozma bi göl. ama polonyada çok az su birikintisi olduğu için burası bayağı kıymetli. polonyalı ne kadar ünlü varsa buradan ev almış, zaten çok pahalı bir şehir kendisi. ve resmen böyle sayfiye yer muamelesi görüyo. bir bodrum bir türkbükü adeta ama yandan yemişi diyelim. zira deniz yok. keçinin olmadığı yerde koyuna abdurrahman çelebi deme mevzusunun ta kendisi.


bu köpeğin heykelinin dikilme nedeni bir hayli enteresan kazimierz'e gelen birtakım turistler bu köpeği öldürüp kebap yapıp yemişler. bi de bi inanış var, heykele elinizi koyup dilek tutuyosunuz sonra gerçek oluyor. dilek ağacının polonya yorumlaması diyelim. adamlar avrupalı beyler :P

işte bu da en bayıldığım olay, gençler alıyor ellerine enstrümanları çalıyorlar, paramın bi kısmını sokakta gördüğüm ne kadar performanscı varsa onlara dağıttım, yirim ya. bizde de olsa böylesinden negzel olur, bizde anca pop gitar, istanbulda belki rastlanabilir böylesine ama canım yani bu ülkede bi tek istanbul  denen şehir yokki di mi?

bi de italyancada "you are smoking like a turkish" (niye ingilizce yazdın peki derseniz cümle bu haliyle polonyadayken baya bi geyiklere malzeme oldu ondan) diye bi deyim varmış, işin ilginç tarafı türkiyeden giden 7 kişilik gruptan bir tanesinin bile sigara kullanmıyor oluşuydu. bi de italyanlara hocaları demişki, bakın türkler muhafazakar insanlardır, içki içmezler pek, sizde gidip orada italyanın imajını bozacak şeyler yapmayın çok içmeyin sarhoş gezmeyin demiş. fakat italyanların içtiği kadar türklerin de içtiğini görüncesi insanlar baya şaşırdılar ama çabuk kabul ettiler durumu. ya ne olacağıdı?


bunlar da böyle bir anımdı.






6 Ağustos 2010 Cuma

polonya! notları


polonya anılarımı(hahaayyt 15 günlük minik bir şehirde düzenlenen atelye çalışması bütün bir ülkeye nasıl mal edilir onu okudunuz, nasılsınız iyi misiniz?) nasıl yazsam diye kasıntı kasıntı gezmekten bi haftayı boş geçirdim, en iyisi nevi şahsıma münhasır yazı staylam (a.k.a bodoslama) ile yazayım gitsindi. buyrun.

-polonya'yı tam göremedik tabi. şimdi bi şehir görüp (aslında 1,5) polonya şöyle polonyalılar da böyle demek yanlış olur. efenim ben Lublin'e gittim. kültürlerarası diyalogun var olup olmadığı, olup olamayacağı test edildi onaylandı. Lublin Varşova yakınlarında minik bi şehrimiz. tam anlamıyla bir üniversite şehri. bayağı bir öğrenci okumaya gidiyomuş. biz yaz tatiline denk geldiğimiz için şehir bildiğin hayalet kasaba gibiydi.  ama biz grupçak kalabalık olduğumuzdan pek de koymadı açıkcası. 

-lehçe çok zor dil arkadaş, yazması ayrı dert, o acayıp jıları çıları şıları doğru okumak daha da büyük bir dert. neyseki karşılaştığımız insnaların çok büyük bir kısmı ingilizce biliyordu pek sorun yaşamadık açıkcası. zor olmasına rağmen türkçede kullanıldığı gibi kelimelerde yok değildi. messelam torba, firma, kupon.

- karşılaştığım kadarı ile (uykusuzdaki gibi oldu bu da aklımda kaldığı kadarı ile dünya tarihi) polonyalılar da bizim gibi insan, hatta inanmazsınız italyanlar da aynı bizim gibi insan. bulunduğumuz atmosferin de etkisi ile gayet iyi kaynaştık, iyi oldu çok da güzel iyi oldu. böyle interneyşınıl bi insan oldum, keşke bir mucize olsa da italyaya gidebileceğim burs bulsam gibi bi dert bile edindim kendime. ama hakkaten bu yurtdışı deneyimi çok verimli oldu. vizyonum gelişti resmen onu farkediyorum.

-kendimde farkettiğim tek farklılık vizyonumun gelişmiş olması değil tabi. messelam kötü de olsa ingilizce konuşabiliyomuşum, 15 günün sonunda ilk güne nazaran çok daha iyi konuştuğumu farkettim. sonracıma birey olmayı başarabilmişim, koyun değilmişim, topluluktan farklı hareket etmeyi öğrenmişim, çekinmeden uygulayabiliyormuşum.

-italyanca öğrenmek istiyorum. çogüzel dil.

-polonyalılar, italyanlar ve türkler olarak anlaşabilmek için tek yolumuz amerikan kültürü üzerinden örnekler vermek ve ingilizce konuşmaktı. üzüldüm biraz. babilin kuleleri geldi aklıma. sonra üzülmekten vazgeçtim. dünyada tek bir dil olsa o da ne olursa olsa ama insanlar sadece bir dil konuşsalar da sırf bu dil mevzuundan iletişim kopukluğu yaşanmasa dedim (tek dil, tek bayrak, tek dil faşistliği değil bu dediğim tabi).

-türkler olarak faşist, önyargılı ve sürü olduğumuz gerçeği bir kez daha gözüme sokuldu. buna daha çok üzüldüm. ha bi de üniversiteler (büyüklerini bilemiyorum, bizimki küçük olanından) en ufak bi vizyon katmıyo insanlara. dünyadan bi haber yaşamasına rağmen kendini kral sananlarla dolu etrafımız. hadi ülke içinde herkes öyle hissediyo sırıtmıyo da yurtdışına çıkmaya görsün o bünyeler. çok pis oluyor. çok kötü oluyor.

-polonyalılarla konuştuğumda türklere karşı belirgin bir önyargıları olmadığını gördüm ama italyanlar bizzat kendileri itiraf ettiler.  türkleri çok kapalı kutu, muhafazakar, soğukkanlı, anlayışsız sanıyolarmış. bir de iyi bir şey söylediler benim nezdimde. benim sayemde bütün bu önyargılarının değiştiğini ve türkiyeye muhakkak geleceklerini söylediler. ben de havalara girmedim değil :)

-fotoğraf çektirmenin anı ölümsüzleştirmekten farklı bir boyutu varmış onu öğrendim. messelam, şimdi siz kalkıyosunuz gidiyosunuz yurtdışlarına ama oradaki yabancılarla kaynaşmıyosunuz hiçbi şekilde. fakat böyle bi aksiyon bi atraksiyon oldu mu alıyosunuz elinize makineyi pardon birine veriyosunuz makineyi kaynaşmadığınız insanlarla çooookk mutlu ve çooook samimi pozlar veriyosunuz. bi de albüm patlatıyosunuz feysbukta, en şekillisinden. millet de sanıyoki siz interneyşınıl biri oldunuz çok harika çok kaynaşka günler geçirmişsiniz. vallahi pes. hayır işin kötü tarafı bunu bi tek yapan türklerdi ya. nasıl bir gösteriş budalalığıysa artık, bilemiyorum.

-toplama kampı gördüm hayatımda ilk defa. korkunç bi deneyimdi. ki bizim gördüğümüz kadarı kampın 4'te 1'i kadarıydı. gerisi savaş sırasında yok edilmiş. fakat kalanı hatta sadece krematoryum bile yeterliydi oradaki vahşeti anlayabilmek, görebilmek açısından. toplama kampını gezdiğimde farkettiğim şey ise tarih dersleri boyunca bize öğretilen şeylerin çok eksik olmasıydı. şöyleki, biz tarih derslerinde şunu öğrendik. 1.hitler ari bir alman ırkı istiyordu 2. birinci dünya savaşından sonra almanyanın ekonomisi çökmüştü ve bütün üretim araçları yahudilerin elindeydi. 3. hitler yahudilerden nefret ediyordu. bunlar doğru ama çok eksik. zira hitler ya da genel olarak naziler sadece yahudilerden nefret ettikleri için bunları yapmamışlar. adamlar insan bedeni üzerinden inanılmaz bir ekonomik sistem kurmuşlar. ha bir de o toplama kamplarında sadece yahudiler değil nazilerin hoşuna gitmeyen her türlü insan çalıştırılmış, işkence edilmiş ve yakılmış. insan bedeni üzerinden kurulan ekonomiyi ise şöyle örneklendirebiliriz, toplama kampına getirilen insanların saçları kesiliyormuş ve birkaç tane şirkete satılıyormuş bir çeşit ip yapmak için, ki bizim gittiğimiz kamptan sanırım 730 kilo saç satılmış. ikinci bir örnek ise, kampa gelenler yakılmaya gönderilmeden önce bütün vücudu kontrol ediliyormuş şayet dişlerinde altın kaplama varsa sökülüyormuş, kişi yakıldıktan sonra külleri şayet akrabaları istiyorsa onlara satılıyormuş. bu yazdıklarım gördüklerimin çok küçük bir kısmı ama bu bile bir şeyleri tekrar düşünmemize yeter. zira toplama kampları 2. dünya savaşından sonra ortadan kalkmadı sadece biraz şekil değiştirdi. ha bi de bu korkunç kampın tam önünde bi anıt var idi. bi tane gerizekalı orada çok mutlu bir şekilde poz verip bir de feysbuka koymuş. böyle şuursuzlarımız da var. gerçi biz alışkınız kendi başımıza gelenlere tepki vermediğimiz için böyle insanların varlığından rahatsız olmuyoruz ama italyanlar az daha olay çıkarıyolardı. aman yeter bu kadar dedikodu.

-türk olarak doğmuş olmanın ezikliğini de hissetmedim değil ara ara, insanlar ne hayatlar yaşıyolar yurtdışlarında dedim ama sonra dedimki bu işlerin vatanla, ırkla bir ilgisi yok tamamen duygusal işler. şayet sosyo- ekonomik durumun ortalamanın üzerindeyse sen her türlü kralsın, türk olmuşsun ne önemi var. böyle de marksist bi insanım.
- son olarak, ben türklere yabancılaştım bütün atelye çalışması sırasında. ulan amma ayı bi milletmişiz, ne sürüymüşüz ne atarlıymışız, ne agresifmişiz, diye de çıkarımlar yaptım, bütün atelye çalışması  boyunca (ekseriyetle geceleri) italyanlarla ve polonyalılarla takıldım.  tabi karşımdakiler de durur mu yapıştırdılar yaftayı, sen italyan oldun en iyisi git cenovada yaşa deyu. ama kim taktı bunu, hiçkimse. gerçi öyle bi fırsatım olsaydı kaçırmazdım. lan acaba gabriele'i kafalasaydım da kaçırsa mıydı beni, hem geek, hem yakışıklı, hem atletik hem çevik hemi de zeki. simoneyi kafalayamazdım zira çok koyu katolik idi ve bir de sevgilisi var idi. neyse du bakalım ya henüz hiçbi şey için geç değil :P (emreye özel not: her geyiğin altında bir gerçek yatar diye düşünme, gabriele ile ilgili düşüncelerim daha önce söylediklerimle aynı)

ayrıca gördüğünüz gibi bir italyan, bir türk ve bir polonyalı'nın diyalog için hiçbir şeye ihtiyacı yok, birkaç vodka shot her şeye yeter.

-içki bayağı ucuz polonya'da. daha doğrusu bize ucuz. zira zlotinin türk lirası ve euro karşısında değeri oldukça düşük. ama bu parasal mevzular dışında daha seksist bir ucuzluk da mevcut idi. messelam, bazı barlar var haftada bir gece ladies night yapıyor ve belli şeyler bazen belli saate kadar (mesela gece yarısına kadar) bedava oluyor, bu bedava şeyler geneld vodka meyvesuyu oluyo ama neticede bedava. ya da bütün gece bir ürün çok ucuz oluyo. mesela bize bi gece denk geldi. bi vodka shot türk parası ile 0,50 kuruş idi. tabi biz kısa süreliğine orada olduğumuz için bize hava hoştu ama temeline bakarsak baya rahatsız edici bir durum var. çeşitli kıvrak manevralarla kadının mal olarak pazarlanması slav ülkelerini çok fena durumlara sokuyor. sonra bütün slavlar "nataşa" oluyor, en kalabalık deplasman ukrayna oluyor.

- yemek mevzuna hiç girmedim, aman girmiyim zaten en gereksiz bi konu. he bizim yemeklerimiz süper onlarınki bi boka benzemiyo, he anam. şaka bi yana her yerde kebapçı var ama satılan şeyin kebapla yakından uzaktan alakası yok. ve herkes türkleri sabah akşam kebap yiyo sanıyo.

muhakkak yazmayı atladığım şeyler de vardır, şayet hatırlarsam yeni bi post olaraktan girerim. ha bi de benim röportajlarım var ıdı. pek yakında sırasıyla yayınlamaya başlayacağım. ben yokken yaz temizliği yapılmış evde, bütün eşyalarım çeşitli yerlere sokuşturulmuş, bi defterim var idi soru hazırladığım, bulayım onu, hemen başlatıyorum işlemleri, biz sizi ararız.




8 Temmuz 2010 Perşembe

tespit de ederim itiraf da

iki şey söyleyip gidicem hemen,


-hayatım boyunca sosyal sınıfımın ekonomik durumu yüzünden sahip olduğum eziklikten dolayı arkadaş edinmeyi bilememişim ben hiç. hiç kimseye benim arkadaşım olur musun deme cesaretini göstermemişim. hep onlar beni seçmiş(how i met your motherın son sezonunda bunun çiftler için olan versiyonu vardı sanki). gerçi seçenleri bilemiyorum ama ben seçildiğimden ötürü çok büyük pişmanlıklar yaşamadım. zaten hayatıma milyon tane de insan girip çıkmadı. ama yine de bi insandan benim arkadaşım olmasını isteme durumunun benim için hiç geçerli olmadığını dün bi anda farkedince bi sorgulamaya girmedim değil. bu cesareti gösterememiş ya da bu lüksü kullanamamış bi insan olarak şu yaşıma gelene kadar ne gibi kayıplarım oldu tam kestiremiyorum ama bundan sonra şayet bi insanla arkadaş olmak istersem bunun için karşımdakini en azından bi süre ikna etmek için gereken çabayı gösretiricem. çekinmiycem. manyakçıl empatiler kurmıycam sadece kendi adıma düşünücem ve o dakikada ne istiyorsam onu yapıcam. zaten karşımdakinin benden rahatsız olduğunu görebilecek ve kısa sürede anlayacak kadar zeka ve tecrübeye sahip olduğuma inanıyorum.

- yaklaşık 6 ay öncesine kadar tecrübeyle sabitlediğim bi düşüncem vardı. "kendimden yaşça küçüklerle anlaşamıyorum" yaşça küçükten kastım aslında sadece kendimden bir yaş küçük manasına gelmiyo ben genelde 88 ve sonrasında doğan insanlarla pek anlaşamıyordum. bu kendimden küçüklerle anlaşamıyorum lafınıda kibirli insan tonunda söylemiyorum. sadece bir gerçeği dile getirirken kullanıyorum. kaldı ki gerçekten bu konuda birkaç denemem oldu. daha doğrusu düzenli insan sirkülasyonu olan bir yurtta 4 yıl kalınca her yaştan insanla kaynaşma fırsatım oldu ve daha tanışır tanışmaz kimseye yaşını sormadım. o açıdan insanlarla iletişmimi 88liler ve üzeri sağ tarafa 87 ve aşağısı sol tarafa geçsin beni beklesin şeklinde bi ayrımla temellendirmedim. ama işte iletişim kurduğumda gördüm ki ne kadar benden yaşça küçük birileri varsa ben onların yanında güngörmüş teyze gibi kalıyorum, sözlerim bir acayip geliyor, dilimiz uyuşmuyor, bir elantirik alamıyorum. o yüzden de bi süre sonra "yeea ben kendimden küçüklerle anlaşamıyorum napim" kanısı oluştu. fakat sosyal medya aracılığıyla tanıdığım daha sonra bizzat tanıştığım ne kadar çok sevdiğim kız varsa hepsi benden yaşça  küçük çıktı. akıl yaşta değil baştadır'ın pratik uygulamalarına rastlayınca yukarıdaki yargımı komple terkettim. bu yargımı değiştiren ve bana yeni bir şeyler öğreten bütün kızlarımı da öpüyorum. onlar ki kendilerini biliyorlar etikete gerek yok.




PS: yakında yepyeni bir röportaj ve dopdolu içeriğimle karşınızda olacağım.
ayrıca tespit edilmez yapılır nihohoh

7 Temmuz 2010 Çarşamba

fişnemek


sakız falımda bağda üzüm toplayan bi adam çıktı. gönlü var ımış bende. right on time. zira ben de şu sıra vişne toplamak-temizlemek-reçel yapmak-kavanozlamak kariyerim üzerinde yoğunlaşıyorum. harika bir çift oluruz. topladığımız vişneleri üzümleri şarap yapar içeriz. çok uygun bir aday kendisini bekliyorum burada. işalla benden biraz uzundur zira daha bitmedi vişneler yukarlarda kaldı hep. azıcık boydan kısayım kız annem.

beddua ve bela okumak müesesesinin çalışmadığının canlı kanıtı olarak ömer dürümdül. dilin kopsun, lal olasın, enteresan, bloklar arası bağlantı diyemeyesin, beddua işlemese de ya tutarsa modunda söylemeye devam etmek lazım tabiki. adam nasıl bir adamsa artık o kadar maç izleyip futbol konusunda en ufak bir fikri yok. taş o kadar maç izlemiş olaydı dile gelir mantıklı bi yorum yapardı. bu adam, bırak mantıklı yorumu daha futbolcuların adını bilmiyo. kim nerede nası neden oynuyo. got gafali.

hazır futbol demişken an itibari ile hollanda uruguay maçı oynanıyo. ben aslında portakalları severim de ne bu maçı ne de bu kupayı alsınlar istemiyorum. sebebim ise futboldan alakasız bir şey(ki ben bunu derken üçüncüyü attılar). sebebi ise Hollanda'nın sömürgecilik döneminde Güney Afrika'ya miras bıraktığı Apartheid rejimi. Futbol siyaset ilişkisi her zaman konuşmayı sevdiğim bi konudur. ama futbolun endüstriyel tarafı bi anlamda siyaseti etkisizleştiren bir unsur olduğu için belli noktalarda futbol-siyaset ilişkisi çok alakasız da kalabiliyor. hoş apartheid rejiminin suçlusu hollandalı futbolcular değil ama neticede adamlar kendi adlarına değil ülkeleri adına yarışıyorlar ve final maçının nerede yapılacağını bilmiyorum ama mandela stadında yapılırsa hollanda o kupayı alırsa ben üzülürüm gerçekten. okuduğum bölümün etkileri biraz bunlar galibaysa. böyle her boku siyasete bağlama eğilimi kendiliğinden oluyo. ama neticede insan bir politik hayvandır. neyse.

bu Forlan var ya hani. hah benim onunla birbirinden salak iki anım var. birincisi ilk tivitırdan Forlan Forlan diye bişiler duyunca lan bu ne acaba ya dedim ama araştırmadım da. kafamdan da şunu uydurdum. ya herhalde böyle Forza gibi bi destek sevinme repliği olsa gerek. mesela Forza Beşiktaş gibi Forlan Beşiktaş gibi bi şeydir demiştim. evet iyi salakmışım meğer adam fitbolcuymuş.

ikinci anım ise daha da bi salak. Öss'nin son sınavlarının(anlatım bozukluğu gibi gelebilir ama değil zira öss tek bir sınav değil, zilyon taneler toplamda) olduğu hafta Senem'i sınava götürdüğümüz yer bizim bi akrabalara yakınmış sınavdan sonra oraya gittik. Uruguay-Kore maçı vardı böyle komple iki aile oturduk maç bakıyoruz. Akrabalardan Cem var futbolla çok alakalı bi arkadaşımız. onunla da futbol muhabbeti yapıyoruz. bu Forlan da çok kıyak futbolcu bu sene parladı baya filan dedi. ben de ya evet di mi öleymiş hakkaten ben de tivitırdan gördümdü bu arada nereliki bu çocuk dedim. milli maç izlediğimi mi unuttum yani böyle bi düşünce zincirim mi kırıldı bilemiyorum ama ben bu cümleyi dedim. sonra da en çok ben güldüm. anlatılınca bi boka benzemeyen espriler ile aynı kaderi paylaştı sanki ama hayırlısı tabi. 

Yeni Zelandalı Winston Reid'den sonra Casares'e de talibim bunu da buradan belirteyim.

ayrıca ellerime krem sürme eylemimin takipçi eylemi kesinlikle su ile bağlantılı bi eylem oluyo. her gün en az bi kere başıma geliyo. tam kremi sürüyorum pat tuvalete gidesim geliyo ya da mutfağa gitmem gerekiyo bi şey yıkanacaktır kesin bişi olacaktır. bi huzurla kremimi gün içinde sürünüp oturamadım şöyle. geceleri gizli gizli ağlıyorum bu konu yüzünden.

en baba çelişkimi de açıklayayım da gideyim artık; gizli sinir sahibi bi insan olarak küfür etmeyi severim. ama küfürlerin temel olarak kadın cinsini aşağılamakla doğrudan bağlantılı olması benim kadın cinsini sürekli savunan tarafımla kavga halinde oluyor. hele ki ben gibi küfür eden başka kadınlardan "karıya çakmak" türünde şeyler duyunca kendime yabancılaşmada nirvanaya ulaşıyorum.