21 Aralık 2011 Çarşamba

kürk mantolu madonna

daha 40 sayfasını okuduğum için kitabın içeriği ile ilgili yorum yapmayacağım. kitabın iki noktayı tek başına, ünlem ve soru işareti ile birlikte kullanmak gibi ciddi bir problemi var. böyle bir imla hatası böyle büyük yazarların kitaplarında yapıldığında, o hata hata olmaktan çıkıp meşrulaşıyor. herkes böyle kullanmaya başlıyor. ben kitabı cok büyük bir merakla okumaya başladım ama bu yanlış noktalamalar dikkatimi dağıtıyor, okumakta oldukça zorlanıyorum. iki nokta gibi bir noktalama işareti yok, ünlem veya soru işaretinden sonra ise kesinlikle yok. ben Sabahattin Ali'nin böyle bir şey yaptığını sanmıyorum. bunu ispat etmem mümkün değil, ama elinde daha eski bir basımı olan varsa bir fikir verebilir. benim elimde yapı kredi yayınlarının 46. baskısı var. Ağustos 2011'de basılmış. bu kitap basıldıktan sonra editörün masasına gitmiyor mu acaba? ya da birileri göz gezdirmiyor mu? göz gezdirip bu hataları görmezden geliyorsa veya bunu hata olarak görmüyorsa o nasıl bir insan ki yayinevinde çalışabiliyor? eve gidince yapı krediye mail de aticam, şimdilik twitterdan sordum, nedir bu diye. cevap verirlerse anlayacağız neymiş durum.

18 Aralık 2011 Pazar

benim de söyleyeceklerim var.

ben karaktersiz miyim ya? olabilir.

çünkü karakterimi ve aidiyet duygumu hiçbir şey üzerinden kurgulamıyorum ben, öyle ortaya karışık bir insanım. günlerdir bunu düşünüyorum, hayatımdan şunu çıkarsam geriye bana ait az şey kalır dediğim hiçbir şey yok sanırım. bir şeyi tutkuyla sevmek, aidiyetini, karakterini onun üzerinden kurgulamak ne kadar doğru bu başka bir tartışmanın konusu. ben şimdilik o kısmı pas geçiyorum zira tek başına yazılacak, düşünülecek bir konu olmadığını düşünüyorum. istişare ister bu konu.  

evet ne diyorduk, mesela çevreme bakıyorum, herkesin hayatında tutkuyla bağlandığı bir şey/şeyler var. yaşadığı şehir olur, futbol takımı olur, sinema yönetmeni olur, dizi olur, dizi karakteri olur, film olur, oyun olur. bi şey işte. böyle sevmeler ortaokul-lise yıllarından hemen sonra kendiliğinden bitti bende. şak diye, hiç var olmamış gibi hem de. bu söylediklerim karakteri doğrudan çok güçlendiren şeyler değil ama kişiyle ilgili belirgin bir fikir verir gibime geliyor. benim böyle bir eğilimim olmadığı için ortalama biriyim gibi geliyor. yazdıklarımı okudukça saçma gibi gelmeye başladı zaten, neyse.

yaşadığım şehirle bir alıp veremediğim yok mesela, zaten benim için şehri güzel, yaşanabilir, sevebilir kılan şey insanıdır. birlikte vakit geçirdiğim insanlardan memnunsam şehrin koy götüne, ankara olmuş, muş olmuş fark etmiyor. tabii ankara'da yaşayan bir insan olarak bu noktada oturduğum yerden yazıyorum, şehir muhakkak fark eder de işte anladınız siz onu. ben şehre güzel demem şehirde sevdiğim insanlar olmadıkça. hah bu daha doğru bi yorum oldu. 

yaşadığım şehirle bi alıp veremediğim yok ama ha bire istanbul ile ankarayı karşılaştıran arkadaşlara şunu söylemek isterim; istanbul siz insanlar olmadan güzel, ankara ise insanları ile güzel. taam mı.

ders çalışmalar; bu yüksek lisans işini kıvırıcam galiba bu sefer. geçen sefer kıvır(a)mamak için çok makul nedenlerim vardı, bu sefer hiçbiri yok, üstelik şimdilik sadece bilimsel hazırlık dersleri almama rağmen seviyorum uleyn! sosyal dışlanma ile azınlık kimliği ilişkisi üzerine minik bir ödev yapacağım inşallah hocam. şayet bunu becerebilirsem beni tutabilene aşk olsun. 

dinlemeler; çılgınlar gibi arctic monkeys dinliyorum, önünü alamıyorum. ama çok eğlenceliler yav, acıklı şarkıları yok denecek kadar az, zaten acıklı şarkı dinleyecek olsam arctic monkeys'in bir değişik versiyonu the last shadow puppets açıyorum the time has come again dinliyorum, i don't like you anymore dinliyorum. siz de dinleyin çoğüzel.

okumalar; haruki murakami ile tanıştım imkansızın şarkısını okuyarak. bir cümleye dünyaları sığdırabilen, çok nevi şahsına münhasır bi amcamız kendisi. salinger'ı pek severmiş, zaten imkansızın şarkısında da çok bariz hissediliyor salinger öykünmeleri. 

murakami'den hemen sonra barış bıçakçı ile yine fırtınalı fakat çok kısa süren bir aşk yaşadık. bizim büyük çaresizliğimizden yaklaşık 3 ay sonra veciz sözleri okudum. sanki 3 ay önce görüştüğüm bir arkadaşımla tüm gün çene çalmak için bir araya gelmişiz gibi oldu. fırtınalı aşkın hemen ardından da kürk mantolu madonnaya başladım, onu daha bir yavaş daha bir sindirerek okuyorum, bitsin öyle yorum yapayım. sırada okunacak yaklaşık 25 kitabım var onları okumaya uğraşırken bir o kadar daha alırım muhtemelen, bazen yetişemiyiyorum okunacak çok şey var :( diyorum ama sonra geçiyor.

izlemeler; downton abbey izledim. jane eyre, jane austen tarzı ingiliz draması sevenler izlesin derim. her bölüm film gibi, iki sezon toplam 15 bölüm var. bir de christmas özel yapmışlar 25 aralıkta yayınlanacakmış diyollar. güzel elbiseler, kitaplardan fırlamış aşk cümleleri, toplumsal sınıflar, birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası, zenginlik, aristokrasi. bunlar anahtar kelimeler. ivit. californication izliyorum şimdilerde ama öyle bi aşırı bayılmadım nedense. çerezlik dizidir,  detay şey edemedim. downton abbey'den sonra pek gitmedi bence ondan böyle oldu. californication kenarda dursun biraz, 2 günlük ömrü var zaten, mad men'e başladım henüz iki bölümünü izledim. ilk izlediğimde çok dumanlı (sığ detected) diyip bırakmıştım, şimdi ilk iki bölüme bakınca canım sigara çekti, hayatında hiç sigara içmemiş insanım. böyle şeyler.


yaşımla ilgili kaygılarım yok diyorum ama galiba her şeye geç kaldığını hissettiğini iddia eden bir insan olarak kendimi kandırıyorum. mesela mevsimciler var, bir de aycılar. yaşadıkları şeylerin müsebbibi olarak mevsimleri veya ayları görüp "bir an önce bit derler. kısa bir zaman öncesine kadar(en son ekim ayı için) ben de böyle diyordum. sonra dedim ki aga bu nedir? başıma gelenin mevsimle veya ayla bir ilgisi yok, başa geliyor sen de çekiyorsun dedim. ama sanırım temelde "giden gün ömürden gidiyor şikayet etmiyim bu günlerin tadını çıkarayım mümkün mertebe" diyorum. yazık la bana kimin çocuğuysam.

bir de, birkaç ve hiçbiri kelimelerini her daim ayrı yazan insanlar var, böyle kafa göz dalasım geliyor. hele bi de bunların "487 yıllık bloggerım, yazar sayılırım bien tekieem" kafasında olanları var, onlar tam öldürmelik. yazarken muhtemelen bilgisayar başındasınız, bi zahmet yeni sekme açıp, kontrol etseniz olmaz mı? çok mu zor yani. bilmemek değil kontrol etmemek ayıp. 

hayatımızdan çıkan -and vice versa tabii ki- insanlar hayatımızdan çıktıktan sonra adeta hiç var olmamışlar gibi oluyor, sanki biraz acayip oluyor. çünkü o yok olunca beraber yaptıklarınız da yok oluyor veya anlamını yitiriyor. o yok olunca hisler de bir süre sonra yok oluyor, o yok olunca kendimiz de eksiliyoruz biraz. o eksiklikle baş etmek biraz zor ama imkansız değil, hele bu konuda biraz tecrübeliyseniz gelip geçiyor fiyuut diye.


bu aralar temizlik halindeyim, bayağı da faşizan bir tavırla temizlik yapıyorum. hayatımda olmasını istemediğim insanları -kademeli olarak- hayatımdan çıkarıyorum. yazmayı bıraktığım blogların yazar listesinden kendimi çıkardım, okumadığım blogları okuma listemden çıkardım,  feysbukta "bu kişi bir nedir? hayatını merak etmiyorum, benimle ilgili güncellediğim gelişmeleri takip etmesinden hoşlanmıyorum o halde neden takip ediyorum?" dediğim herkesi arkadaş listemden çıkardım, tivıtırda ne idüğü belirsiz ne kadar fake takipçim varsa blokladım, tumblrda beğendiğim 1500 küsür postta bir düzenleme yaptım. valla bir ferahlık oldu, mottom sinem'de sadelik.  siz de deneyin çokzel oluyor. 


bir de yapmak zorunda kaldığım bir temizlik oldu. hayatımdan birkaç kelimeyi çıkardım. daha doğrusu kullanılması yasak kelimeler listesine aldım.


ha boyle oldi.