29 Mart 2010 Pazartesi

basıyollar

aslında aynı evi paylaştığım kız arkadaşlarımın bana acayip gelen ama aslında normal olan düşünceleri ile ilgili bi şeyler karalayacaktım hatta karaladım ama hoşuma gitmedi daha düzgün yazayım dedim sonra komple vazgeçtim çok gereksiz bir post olacağını düşündüğümden. bi de aklıma daha başka bi şey geldi onu paylaşasım var.

hani her insanın böyle ay bana burada basıyolar kendimi kötü hissediyorum dediği yerler vardır ve genelde oradan uzak dururlar ya benim de bikaç zamandır ayhh buralar beni basıyo dediğim bi yer var ama o yer biraz fazlaca büyük bi yer olduğu için kaçınma şansım yok illa içinde bi yerlerde oluyorum. dersaneden beri en yakın olduğuna inandığım bi arkadaşımla böyle bi basan mekan olayımız olmuştu ona çağrıştım bu mekanın insanı basması olayını düşünürken. 2007 yazının güzel bi ağustos günü part-time işimden erken çıkmışım eve gitmişim keyifler gıcır oturuyorum tv bakıyorum, bi telefon. pınar. ne oldu? çok kötüyüm in pub'da oturuyorum gelir misin? ya ama ben evdeyim en erken 1 saate gelebilirim gibi bi izahatte dahi bulunmadım, bi yere kıpırdama geliyorum dedim. gittim. gireceği yetenek sınavı bi yandan da sevgilisinin ileri düzeyde manik depresif olması bizim kızı intihara sürüklemiş. daha sonra konuştuğumuzda aslında her şey iyiydi bi yandan yürüyüp bi yandan düşünüyodum sonra buraya geldim ondan sonra kayış koptu dedi. ve fakat bu in pub dediğimiz yer birkaç katlı ve terası olan bi mekan. kabul iç açan bi manzarası yok(kızılay'da iç açıcı manzarayı kim  kaybetmiş ayrıca) ama pınarın oturduğu yer böyle püfür püfür esen en bi ferah terastı. ve ilginçtir bende pınarı o halde görmeden önce o terasta oturmuştum bikaç defa ve gözle görülür olumsuz bi olay bi aksiyon yaşamasam da moralim bozuk olarak çıkmıştım mekandan. pınar da aynı şeyi söyleyince pişti olduk ya ben de aynen öyle düşünüyorum bi daha gitmeyelim artık yazları takılacak başka teraslar buluruz elbet demiştim. konu da kapanmıştı.

ve fakat şu son zamanlarda en sık kullandığım iki mekanın ben de depreşken hallere sebebiyet vermesini böyle çat diye halledemiyorum ama en azından baş etmeye çalışıyorum bu da bi şeydir diyorum.

olur ya, neden olmasın.

23 Mart 2010 Salı

film kritiği yapan hasba diziler içün kritik yaparsa*

aslında bayaaa hem de en gereksizinden bir öfkeyle bi şeyler yazmıştım halbuki tek olayım Glee hakkında bi şeyler karalamaktı. artık ilahi bi şey midir yoksa teknik mi adlandıramiciim şimdilik, efenim benim laptop piyuvv dedi kapandı zira kendisi şu sıralar bir kaloriferden farksız çalışıyo minicik odamı maksimum miktarda ısıtıyor. zaten artık diz üstü değil sehpanın üstündeki asimetrik tavlanın üstü bi model oldu kendisi. ama tabi bu durum beni herhangi bir eylemimden uzaklaştırıyor mu? kesinlikle hayır. ama zor oluyo ne yalan diyim, en kısa zamanda hal çaresine bakmak icap ediyor.

neyse ne diyodum, evet Glee. efenim bu Glee dediğimiz ilk sezonu yayınlamış,13 bölümden oluşan müzikal bir dizimiz. hem de high school olanından amma velakin öyle high school musical'daki gibi değil, bu biraz daha farklı. fotoğraftan da anlaşılacağı üzere luzır arkadaşların toplaştığı bir eğlence klübü bu Glee dedikleri. yani kurgusal olarak herhangi bir şey beklemek zaten çok mantıklı değil. işte bildiğimiz klasik ortalamanın altında bi lise, dandik bi müdür, hırslı birbirinden manyak hocalar ha bi de idealist bi hoca, çok çılgın öğrenciler vs. zaten bölümleri de genel olarak tematik çalışmışlar,  muhakkak bir yolla birkaç tane bilindik güzel şarkı dinliyosunuz bi de dizide çok fazla kişi ve perspektif olduğundan ötürü her bölümde bir perspektiften bişiler anlatıyolar. açıkcası harcanan emek muazzam, bi de ünlü şarkıcı ablalar da pek beğenmişler (jenıfır ile mad'ana).  nisan ortasında yeni sezonu başlayacakmış o açıdan diziyi geç keşfetmiş olmak verimli oldu, bir de bölümlerden birinde hav ay met yor mathırın lecındry kişiliği barni stinsın da rol alacakmış, hatta rol almış, geçenlerde tivıtırda gördüm yok efenim bu Glee şeysi beni yordu gibisine, ama kimbilir ne eğlenceli bi bölüm olmuştur. velhasıl kafa yormayan çerez dizi diye tabi ettiğimiz konum için bu dizi çok uygun düşüyo, gerçi 42 dakika civarında olduğu için az uzun çerezlik için ama şarkı dinlemeyi seviyosanız kısa bile gelebilir. göreceliliğin gözü kör olsun. ama işte müzik olaylarını sevenler kaçırmasın baksın, bi de loser- geek olayları da var az biraz onlar da ayrıca neşeli.

hazır dizi demişken bu house iyice eşşeğin kulağına su kaçırdı ya. adamlar resmen ayda bi bölüm yayınlamaya başladılar. tamam yani kolay değil diziyi çekmek anladık da bu kadar da olmaz. zaten son sezonki bi dolu atraksiyonu beğenmiyorum ama işte toktorun hem yeri ayrı hem hatırası var, takipliyoruz öyle veya böyle.

ayrıca lie to me de içimde yarayan bi kana oldu. zira ben kendisini geçtiğimiz pazartesi başlayacak diye biliyordum meğer haziranda yayınlanmaya başlayacakmış. hatta bununla ilgili geçenlerde bi röportaj okudum, kendisi ingilizceydi ama anladığım kadarıyla biraz tahtı sallanıyormuş bu lie to me'nin. yani amerikan halkının eğilimini bilemiyorum tabi toktor house'dan sonra cal lightman hoşlarına gitmedi dicem ama bu adam toktoru dörtle çarpar ikiye böler, ki hem dizinin  konusu çok acayip hem oyuncuların performansı çok şahane. ama garip tabi. fox'un da tee sezon biterken diziyi yayınlayıp riske atması da acayip geldi ama onlara soruncası diyollar ki, efenim yazın bütün diziler bitiyor o açıdan ortalık boşaldığı içün biz lie to me'yi koyduğumuz gibi reytingleri acayip kaparız falan. ama yine de bi sezonda 12 bölüm çekip bi yıl bekletmek, üstüne bir de haziranda yayınlanması hiç hoş değil, yine de gerçek. ama ne olursa olsun bi heycan bekliyoruz biz kendisini.

Glee'den girdim diğer iki diziyi de araya sıkıştırdım, birkaç bir şeyler daha sıkıştırasım var ama daha da yeter diyorum şimdilik. geri kalanı geride kalsın bi süre daha.

fotoğraftaki gibi poz veresim var ya, çok şirinler.
severek izliyoruz.


*bugün meltemle okulun önceki mezunlarından birinin fotoğraflarına bakma gafletinde bulunduk da, kendisinden böyle bi sekizinci tekil kişi olarka bahsedip de orijinal adam olmaya çalışmış, oradan geyik malzemesi çıktı bi hayli, başlık da onun ürünüdür.

15 Mart 2010 Pazartesi

al sana bir kaya nereye dayarsan daya

kendi ayaklarım üstünde durmaya çabaladığım 19 yaşım bi anlamda hayatımın miladıdır. zira ortada ciddi anlamda yaşanmış bi şey olmadığı için 19 yaşıma kadar olanları saymıyorum. şimdi düşündümde aradan geçen 6 yılda çok acayip çok extrem şeyler yaşamadım hep böyle bi normaldi, düzdü benim hayatım. sağlığım, derslerim, arkadaşlarımla ilişkilerim, ailemle ilişkilerim hepsi orta halliydi bi tek özel hayatım orta halli değildi, geçen 6 yılda bu anlamda değişik hiçbir şey olmadı, olamadı, olduramadım, oldurtmadılar.

Son zamanlarda sadece ama sadece sosyalleşmeye çalıştığım insanlardan her 5 tanesinden 4,5 'ğunun benimle kalıcı bi iletişim kurmayı tercih etmediklerini farkettim. işin enteresan tarafı ise bende müthiş bi kabullenmişlik duygusu var yani neden iletişimin koptuğunu bilmiyorum ve kurduğum iletişimler de öyle aman acayip değil fekat nedense insanlar açıklama ihtiyacı hissetmeden hayatımdan çıkıveriyolar ya bari bi baş baş edin böyle bi piç gibi ortada kalıyorum ben. ama tabi hayatına girerken sen nerden çıktın sorusunu sormayan benden kaynaklanıyodur bütün sorun. olabilir tabi bakış açısı, bakış aşısı hatta. eski romantik tavrımdan kaynaklanıyo bence bu durum. başlangıcının olmaması sonunun da olmayacağını sağlayacakmış gibi düşünüyorum ben. ama işte bi insan bi bakıyosun var bi bakıyosun yok. yokken var olması değil ama nedense varken yokolması sorgulamaya itiyo, insan evladı işte.

ama ben süper sorgulamayan biri oldum hayatıma giren çıkanı kontrol etmemeye başlamak da aynı döneme denk geliyor.peki ben ne zamandan beri sorgulamadan her şeyi kabul eden biri oldum? ahan soru bu.

biri bana anlatsın dinlemeye hazır ve nazırım.

14 Mart 2010 Pazar

müziksiz olur mu hiç


o değil de ben bu format sırasında yitip giden 15 gblık müzik arşivimi nasıl toparlıycam. kimine göre asla kayda değer olmayan kimine göre çok büyük bir rakam olan bu büyüklükteki bir arşivi elimdeki internetle sittin sene toparlayamam ki. hoş, hepsini toplamama gerek yok ama en azından yarısını dinliyodum ben bu müziklerin. şimdi ofisteki bilgisayarlara attığım bikaç soundtrackle idare ediyorum ama mesela az önce bi blogda kızın biri vega dinliyorum keşke konserleri olsa falan demiş. bi düşündüm benim bütün vegalar yalan oldu. onu da kaybettiklerim lisetesine yazdım biraz buradan biraz ofisten derken toparlamayı hedefliyorum. geçici olarak tabi fizy falan yararlı olabilir efenim bir de grooveshark var galiba yabancı müzikler açısından epey verimli olabilir. deneyeyim. idare edeyim.

bir de bugün başka bi blogda bi yazı gördüm. çocuk sevgilisinin kendisine yazdığı bir metini yayınlamış. böyle bi karışık oldum bi acayip hissettim. yani çocuk tabi iyi niyetli "işte beni tanıyın diye bunu yayınladım gerçekten böyle de bi bünyeyim aslında. o çok iyi anlatmış. kendimden bahsederken ben bu kadar objektif olamam"a getirmiş ama yine de yani mesela ben kendimi koydum kızın yerine. hiç tanımadığım insanların kişiye hatta sevgiliye özel yazdığım satırları okumasını istemezdim. gerçi ben biri için bi şey yazdığımda kız arkadaşlarımın birkaçına okutuyorum nasıl olmuş çok mu yavşak olmuş çok mu sert olmuş gibisine ama yine de onlar benim seçtiğim insanlar. böyle de gizli faşist gibi oldum yahu. sadece benim seçtiklerim ve istediklerim okuyabilir gibi. aman her neyse nasıl olsa benim başıma gelmez, şayet gelirse o zaman düşünürüm. durduk yere kendime niye pay çıkardım peki? birazcık kuyruk acım var. hatta bilgisayarım da "karaladık da ne oldu?" diye bi klasör var okumasını istediğim kişiye yolladıklarım ve yolla(ya)madıklarımdan oluşan. elim de bi türlü gitmiyo silmeye. bazı bazı açıp okuyorum vay anasını ya ne güzel sevmişim, ne güzel hissetmişim filan diyorum. keşke o da böyle diyebileydi. ama demedi.

konunun müzikle pek ilgisi yok aslında ama benim için müzik dinlemek demek hem düşündüklerini senden daha iyi ifade eden insanları dinlemek hem de hatırası olan şeyleri yad etmek demek. vega diyincesi insan ister istemez her iki duyguyu da hissediyor. o açıdan şey ettim.

son olarak konudan tamamen alakasız olarak, orhan pamukun bi röportajına denk geldimdi ben bu nobel ödülü şeysi dönemlerinde. adama soruyolar ne tür müzik dinliyosunuz diye. adam ben hiç müzik dinlemem diye cevap vermişti. hiç mi evet hiç. ben bu adamın karakterinden şüphe ederim açıkcası. artık nasıl bi egoysa ben her şeyimle kendime yetiyorum müzik gibi şeylere ihtiyaç duymuyorum havalarında. halbuki kaçırdıklarını bi bilse ohooo.

saygılar bizden efenim.

9 Mart 2010 Salı

kısa kısa derken uzun uzun oldu


- star wars'u geçen yaz ilk elime geçtiğinden beri izleyecem izleyecem diyip duruyodum ama sürekli erteliyodum. aslında şöyle yanlış bir önyargım vardı (önyargının doğrusu da olabiliyor zaman zaman, o açıdan böyle bir cümle kurmakta sakınca görmüyorum) şöyleki, şimdi benim tanıdığım ne kadar yüzüklerin efendisini seven adam varsa(ki hepsi adam bi tane kız görmedim ta ki tivitıra kadar) hepsi aynı zamanda star wars hayranı da. biliyorum biri bilim kurgu ötekisi fantastik ama bu böyleydi birini seven ötekini de seviyordu. hoş, ben ikisini de uzun zaman izlemediğim için sohbetlere fransız kalıyordum dolayısıyla ikisini hangi açılardan neden seviyolardı bilemiyorum. ama benim için "birini seven ötekini de seviyor kesin", kuralı işliyordu. geçen ekim ayında yüzüklerin efendisi de arşivimde bulunduğundan dur izliyim dedim. hay izlemez olaydım. açıkcası hiç mi hiç beğenmedim, beğenen muhakkak görüntü kalitesidir efenim yazarın sıfırdan bir dünya yaratmasıdır, yok karakterlerdeki orijinalliktir filan bu açılardan beğeniyo olabilir. filme haşa kötü demiyorum öyle bi şey demeye hakkım yok, yani ben kötü film desem değişen bişi olmayacak o da çok aşikar da yine de ben hiç beğenmedim, çünkü çok aşırı oryantalist buldum bi de serinin sanırım ikinci filmiydi bi kara murat sahnesi vardı, bu kasabam için bu hobit kankam için filan, bi kara murat benim demiyodu ya sadece :). ve filmin jargonu gerçekten çok oryantalistti yani böyle efenim yok batının kılıcını getirdim bununla çözücem her şeyi falan demeler, orkların ortadoğulu olmalarının altının çizilmesi (hatta galiba doğrudan türkler gibi resmedildiği yönünde iddialar var) bi de böyle uzattıkça uzatmaca falan, hele üçüncü filmi izleyemedim artık, hatta komple sildim boşuna yer tutuyo bilgisayarda gibi düşünüp.(doğrudur böyle de sığ bi kimseyim, yer çok mühim). ve ayrıca kendini türk veya ortadoğulu gören birinin de bu filmleri veya kitapları beğenme sebebini çok da anlayabilmiş değilim. yani salt efekttir çekim şeysidir eyvallah ama filmin altyazılarını okuyabilen biri için hayran olunacak bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. pabucumun alin taşçıyanı yazıyor efenim.
ama star warsa haksızlık etmişim. benim için ikisi elma ile armutmuş. izleyince farkettim. açıkcası belki george lucasın ideolojik temellendirmesini anlamamış olabilirim. ama açıkcası gözüme sokulan bir şey olmadı o açıdan belki göremedim. velhasıl star wars eğer 4-5-6, 3-2-1 sırasına göre izlenirse oldukça verimli, eğlenceli olabilir. kız çocukları erkeklerden daha bile sevebilir. durduk yere cinsiyetçiliğe gerek yok ama ben yapmıyorum. yapan yapmış. bir de meğer ne çok referans varmış bu halivud camiası ne ekmeğini yemiş neler neler dönmüş serhat ya demeden de geçemicim, zira her dizide filmde neredeyse istisnasız geçiyor bu referanslar.
-Lie to Me pazartesi yepisyeni bölümleri ile ekranlara dönüyormuş, ne kadar mesudum kuzum bilemezsiniz. birinci sezonun birinci bölümünü deneme sürüşü için indirip ilk beş dakikasını izleyip de beğenmeyen biri için çelişkinin zirvesi gibi bi cümledir bu ama ne yapayım dizi fazla iyi.
-uzun bir aradan sonra bugün tekrar House izledim. bu sezonun ilk iki bölümü dışında House'un sahnelerinde gözle görülür bir azalma var. pek hoşuma gitmiyor açıkcası. zira dizinin adı House, ama biz bambaşka bir şeyler izliyoruz. herhalde reytingsel, reklamsal kaygılar. muhtemelen 5 sezondur izlettikleri adamın çevresinin de artık daha detaylı bilinmesi yönünde genel bir eğilim olduğu düşünülüyor ama açıkcası bana pek zevk vermiyor. bu bölümde bi de blogger hasta vardı ki, onun üzerinden senaristler oldukça bir efenim blog nedir insanın kendine yakışanı giymesi midir yoksa bir çeşit teşhircilik midir yoksa yeni çağın yarattığı bir bağımlılık mıdır gibi bir sorgulamaya girmiş. açıkçası şaka yollu bir giydirme var mı pek şey edemedim. bir kez daha izledikten sonra net bir karar vermiş olurum. ben şimdi house'un yönetmen koltuğunda olacağı bölümü bekliyorum. bakalım nası olacak.
- son zamanlarda çok değişik eğilimler farkediyorum kendimde, değiştim gibi galiba. bu halimle ne kadar devam edicem merak ediyorum açıkcası. çok kökten bi değişim değil ama davranışsal olsun, düşünce bazında olsun, reaksiyon bazında olsun belirgin değişiklikler var. hayırlısı tabi.
 -laptopuma emre sayesinde format atılacak ve vindos 7 yüklenecek perşembe günü .son zamanlarda sorunsuz çalışan laptopum galiba alındı buna, resmen zar zor çalışıyo böyle bi saat bekliyorum bi şeyin açılmasını. ama son iki gün. böyle de idare ederimki. naz yapmaya devam etsin çok da tın.
-şiir sevmeyi, okumayı, dinlemeyi ve yazmasını denemeyi başarabilmiş olsaydım belki daha çekilir biri olabilirdim, her şey çok başka olabilirdi.
-tek kelime anlamayıp da müziklerini dinlerken dertleniyorum. mikail aslan. ne zazaca biliyorum ne de lehçelerini. ama adam çok acıklı çalıyor, söylüyor. Direga Zerrê Mi özellikle bu pek acıklı pek de güzel. saksafon ve keman çalabilmesini hiç söylemiyorum. evet zaafım var.
-ve faynıli elimdeki ses kaydı deşifreleri bittiğinde, fiziken ve ruhen bitmemiş olmayı ümid ediyorum. bir de tam ses kaydı çevirmem gereken dönemde çok acayip müzik dinleme ihtiyacı hissediyorum ya, işte budur beni mahveden. ama güzel güneşli günler yakında gibi.

may the force be with us fellas!


böyle de gaz bi kimseyim.

7 Mart 2010 Pazar

ayarsız şabloncu

valla bu son şablonla oynayışım diyorum ama yine bi kulp bulurum bunu da değiştiririm ben yakında. kıfsmet. mühim olan içerik şekil değil ama nası olsa tamamen kişisel eğlencem bu benim. biraz da şekliyle oynıyım. şekilci özenti genç olayım.

4 Mart 2010 Perşembe

geleceğe notlar-1

 
fotoğraftan da anlaşıldığı üzere fransızca öğrenmek istiyorum ya. o kadar merak ediyorum ki olursa o kadar olur. aslında bi arkadaşım istersem 3 ay içinde temel dilbilgisi babında bi şeyler öğretebileceğini geri kalanını da ezber gücüme dayalı olarak öğrenebileceğimi iddia etti hatta ispatlamak da istedi ama bunun için sürekli bi araya gelmemiz lazım onun için vakit planlaması yapmak lazım falan yer problemi var. dolayısıyla şu anda o ihtimal duruyo kenarda ama hayata geçemicek muhtemelen. ama bi şekilde iki cümle kurabilecek kadar bile olsa öğrenmek istiyorum. es keze muağğ diyebilmek istiyorum daha düzgününden magnefikğğ demek istiyorum. lisansı da yüksek lisansı da uluslararası ilişkiler bölümünden şey edince fransızca kökenli bi dolu kelime öğreniyosunuz tabi. bi arkadaşımla böyle fransızca kelime gördükçe (örn: statüko) kimbilir fransızca da ne acayip okunuyodur diyip duruyoduk. artık fransızcayla münasebetimi döner camına ekmek banan insan tipinden bol soslu iskender yeme boyutuna taşımak istiyorum. işalla dinimiz amin.

PS: bu post da geleceğe notlar serisinin başlangıcı olsun arada.

2 Mart 2010 Salı

the cave allegory




şu sıra iki değişik olayım var,

bir- bi isme karşı zaafım var nasıl oluyosa geliyo geliyo beni buluyo, bi acayip oluyorum.
iki-mavi gözlü siyah saçlı kadın olsun, erkek olsun genç-yaşlı-çocuk farketmez gidip onu da buluyorum. beğeniyosam kesin böyledir yani o kadar acayip bi seçicilik oldu kendiliğinden. bi yandan da lanet gibi bi şey. hatta zaman zaman üzücü şeylere doğru bi çağrışma eğilimi. neyse.

bi de zamanında teee lise yıllarından platonik aşklar vardı. en azından benim için lise ile sınırlı kaldı .çıkarsız, beklentisiz tam anlamıyla karşılıksız. bugün ondan oldu. hem bu hissi hissediyor olmaktan bi mutlu oldum hem de hala çok enteresan insanların var olduğuna inandım.

yani bir insanın sesi bu kadar mı cıvıldar yahu :) ayrıca benimki de enteresan. bi insan hiç tanımadığı bi insanla konuşurken sırf karşısındakinin ses tonu güzel ve bi de samimi konuştu diye mutlu olur mu? oluyormuş demekku.