6 Aralık 2012 Perşembe

7


kitap(Cem Akaş-7) elime geçeli 24 saat olmadan bitti. okuması oldukça rahat, adeta aqıyor alksdflşakfd. dün "deli saçması gibi" demiştim. tamam o kadar da deli saçması değilmiş ama bazı yerleri hakikaten deli saçmasıydı. bi de bu "yeni din yaratma" mevzusu benim hiç ilgimi çekmiyor belki ondan bana deli saçması gibi geldi. ha tabii yazarın yeni din yaratma mevzusunu kitapta kullanıldığı şekline bakarak dinle dalga geçtiğini varsaymak mümkün. 

hazır kitap demişken kaçtır bir şey söyleyeceğim unutuyorum; ne zamandır James Joyce okumak istiyorum fakat bu amcamız çok zor diye duydum oralardan buralardan o yüzden de çekiniyordum kitaplarını almaya. geçen gün arkadaş kitabevinde Dublinler'i indirimde görünce dur bi kurcalayayım dedim. James Joyce'un bu kitabında minik minik öyküler varmış. tüm öykülerin fonunu Dublin oluşturuyormuş ve bu kitapta yer alan minik hikayelerin karakterleri yazarın diğer kitaplarında karşımıza çıkıyormuş. kitabın arkasında yer alan bu cümleleri okuyunca hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. zira en bi sevdiğim Barış Bıçakçı da James Joyce'un izinden gitmiş ya la!

Barış Bıçakçı'nın Herkes herkes ile dostmuş gibi kitabı Bıçakçı'nın ilk kitabı ve Ankara'nın fon olduğu bir sürü minik hikaye var içerisinde. o hikayelerdeki tipler daha sonraki 6 kitapta karşımıza çıkıyor. her ne kadar başka bir yazarın tarzına öykünmek kulağa çok hoş gelmese de, Bıçakçı'nın Joyce'u okuyup, anlayıp, çok beğenip yöntem olarak ondan faydalanması beni çok sevindirdi. kısa zamanda dublinleri okuyup bir kıyaslama yapmak istiyorum.

önce Sherlock sonra Doctor Who sayesinde BBC yapımları ile kafayı bozduğum herkesin malumu. Bir yandan çok az da olsa başka şeyler de izliyorum. bunlardan bir tanesi de Sherlock'un Amerikan versiyonu(başka şeyler izliyorum derken çok da başka değil akfjdalfşalsf). Dövmeli bir sherlock gerçekten ağzımın suyunu biraz akıttı ve fakat Benedict'in su götürmez karizmasının yanında bu abimiz -ki kendisi de ingiliz olur- baya pespaye kalıyor. bi kere çok kötü giyiniyor. aksanı ve kendine has bir duruşu da yok. Sherlock'un companion'ının kadın olması kötü olmamış. ama benim aklım tek bir şeyi almadı. Joan Watson ablamız cerrah iken hastası ameliyat masasından kalkmayınca doktorluğu bırakıp nasıl psikolog olmuş? tam psikolog değil tabii. adı "sober companion" bi nevi yaşam koçluğu fakat bu kadının verdiği yaşam koçluğu hizmetine bakacak olursak baya iyi bir psikoloji eğitimi aldığını varsaymamız gerekir. cerrah-psikolog benim aklıma yatmadı. ama Lucy Lu güzel kadın. maşallah.

dizi ise genel olarak CSI: New York'tan farklı değil. İngilizlerin Sherlock'undan farklı olsun diye böyle yaptık tarzında bir savunmaları olabilir ama genel hollywood polisiyelerinden tek farkı Sherlock tipi detaycılık. Sherlock'un baktığı, gözlemlediği her şeyi çok iyi analiz edebilmesi haricinde bir farklılık yok ki bunu aslında farklılık olarak değerlendirmek saçma olur, çünkü tüm Sherlockların olayı bu. velhasıl, canım pek iyi kotaramamışsınız new yorklu sherlock'u ama yine de izliyoruz. Dün Arrow'u indirdim çok yakışıklı bi abi varmış sırf o yüzden bi bakıcam. bir de tivitırdan sisterhoodum Gülşan the Hour'u tavsiye etti onu da indirdim Ben Whishaw var diye. ikisine de bakacağım önümüzdeki hafta. yakışıklı oyuncuya doyacağım. sığ izleyici olmak zor alsdkflasfk.

insanların diğer insanlarla olan iletişimleri kimi zaman sadece "elinin altında bulunması" şeklinde cereyan edebiliyor. biri diğerini elinin altında hissetmeyince huzursuz oluyor tekrar elinin altında hazır bulunmasını sağlamaya çalışıyor. normal bir iletişim asla yok. çok nadir iki kelam ediliyor onun dışında biri diğeri için hazır kıta bekliyor. soru şu: hazır kıta bekleyen mi yoksa bekleten mi daha mal?

saat 16:00 olmadan ışık açmak zorunda kaldığım bu havalara lanet olsun dostum.