28 Haziran 2010 Pazartesi

is it yourself louis?

arkadaş tatil beldelerinde fink atamayan gençler olarak evin içinde parmak arası terlik giyme keyfimiz vardı küresel hava dengesizliği bu zevkimizi de elimizden aldı. özellikle son iki yıldır ağız tadıyla bir yaz mevsimi yaşamamış olmayan bendeniz ankara'da şöyle bir havaya maruz kalacağımı bileydim bir çözüm üretirdim belki. gerçi bu yıl sanırım ben çok kaçıyorum soğuk havalardan diye inadına soğuk hava bana geliyor. kıfsmet tabi. mesela temmuz ikinci yarısı için bir adet polonyaya gidiş var ki oralarda hava temmuz aylarında 8-10 derece oluyormuş. cCc üşüyoruz reyiz cCc.


eskiden bi şeyler ne tekrar tekrar dinleyebilirdim ne de izleyebilirdim. son özellikle bir yıldır tabiatım komple değişti sanki. şu sıra sadece iki albüm dinliyorum. bi tanesi Glee'nin 34 şarkısından oluşan albümü diğeri de Across The Universe'in soundtracki. ha tabi arada izlediğim filmlerin şahane sondtracklerine denk geliyorum onları da dinliyorum ama tabi çok değil ağırlıklı olarak bunlar.


Film konusu ise daha acayip. bi yerde söylemeye bile utanıyorum ama bu filmi günde en az bi kere izler haldeyim iki haftadır. hatta boluya gittim geldim geçen cuma günü. hem giderken hem gelirken aynı filmi izledim. hem filme hem başrol oyuncusuna hem de filmdeki tiplerin aksanlarına tutuldum resmen. gerekli film için ilgili bakınız

ayrıca filmdeki abimiz oldukça başarılı bi abimiz. Match Point'de bir züppeyi oynuyor, soundtrackinin ve görselliğinin hastası olduğum A Single Man'de de Colin Firth'ün sevgilisini çok başarılı bir şekilde canlandırıyor. benim favorim leap year'deki Declan O'Callaghan .(a.k.a. Dekko). valla uzun uzun tarif edemiyciim kendisine olan heyranlığımı. her türlü hastasıyım.

ama filmdeki aksanın daha da bi hastasıyım, çok tatlı çok güzel bi aksan bu irlanda aksanı ya. birkaç defa filmlerde iskoç aksanına da rastlamışlığım var fekat ondan hiç hazetmemiştim zira çok sert gelmişti. ama bu irlanda aksanı bambaşka. idiot'a iycıt, fuck'a fek, shit'e şeyt, about'a da epout diyollar. filmi sürekli izlemekten ezber olduğundan artık onlarla beraber tekrar ediyorum aksanı kaptım kapıcam az kaldı.

bir de şu şarkı dan haberim olmasını sağladığı için de ayrıca seviyorum bu filmi. aslında yazıya başlarken ten things I love about leap year kıvamına geleceğini öngörmemiştim ama malesef hem takıntılı hem de bağımlılık eşiği düşük bi kimse olarak yapıyorum böyle şeyler.

ha bi de ben aslında böyle top tenler top fivelar yapmak istiyorum ama aklıma en fazla iki şey geliyo o yüzden yapamıyorum. bu da içimde yarayan bi kanadır. belkim ilerde yapabilirim.

utanmasam filmin bütün diyaloglarını koyucam ama en sevdiğim bi tanesiyle satırlarıma son vereyim. 

Anna: Can you be careful with that? That was a gift from my boyfriend.
Declan: He bought you a suitcase?
Anna: It's a Vuitton.
Declan: What?
Anna: A Louis Vuitton?
Declan: Come on. Is it yourself, Louis? Can I give you
a hand getting into the car, Louis? She named her suitcase.
She's a crackpot.

24 Haziran 2010 Perşembe

Sinem'in Sinem ile İmtihanı


 Efenim geçenlerde spontane bi şekilde Sinem(a.k.a Geowyns) ile formspring.me'de muhabbet ederken sosyal medya odaklı bir röportaj yapma fikrini ortaya attım durduk yere. ve hemen ertesi gün soruları hazırladım yolladım, sağolsun Sinem de aynı gün içinde döndü. aslında röportaj soruları dışında kalan kısmı da oldukça komikti ama artık onlar aramızda kalsın. siz sorularla idare ediverin. 
Genel olarak Geowyns olan Sinem ile iletişiyorum ben, ikisi arasında çok ciddi bir fark olduğunu sanmamakla birlikte Geowyns’i daha iyi tanıyorum. Sinem kim peki?
Pek bir fark olmaması güzel bir tespit, bunu belirterek başlayayım. Sinem, 3 çocuklu bir çekirdek ailenin ilk çocuğu ve ablası –ki ablalığın karakterine etkisinin çok olduğunu düşünüyor. Kardeşler ikiz, bir kız bir erkek. Anneyle babayı bir çift, kardeşleri de bir çift olarak gördüğü için hep arada kaldığını düşünüyor. Kimi zaman “erkek gibi” olmasının sebebi de bundan. İki tarafa da eşit mesafede olmaya çalışıyor. 8 senelik özel bir ilköğretim okulu eğitiminden sonra Anadolu lisesini kazanıyor. Sonra da İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde İşletme eğitimi alıyor ve mezun oluyor. Bir futbolsever. Çok kitap okur. Sevdikleriyle çok konuşur, tanımadıklarıyla hiç konuşmaz, bu yönüyle asosyallikle itham edilir ve buna pek sinirlenir. Küfüre karşıdır ama kendisi eder, böyle tutarsızlıkları vardır. Yabancı dil öğrenmeyi çok sever. Bulunduğu şehrin her bir sokağını ezbere bilmek ister. Herhangi bir kız işte. Blogunda yazdığı gibi. Ayrıca ilk defa kendinden 3. tekil şahıs olarak söz ediyor, hiç hoşlanmadı.


Sosyal medya sayesinde ben kendi adıma birçok ortak noktam olan insanla kaynaştım ve böyle bir iletişimin çok sağlıklı ve verimli olduğuna inanıyorum. Senin bu konu ile ilgili fikirlerin neler?
İlk başta çok tedirgindim bu konuda. Çünkü bu blog işi benim için bir milattır. Ek$i, friendfeed, twitter filan hep ondan sonra başladı. Dolayısıyla ondan önce bulunduğum ortamlar ister istemez forumlar ve forumvari siteler oldu. E böyle sitelerde insanları filtrelemek daha zor olduğundan, muhabbeti iyi gibi olan biriyle mail veya msn yoluyla azıcık samimiyet kurunca ne kadar gereksiz insanlar olduğunu görüp üzülüyordum. Blogdan sonra işler değişti ve açıkçası ben de çok memnunum. Blogdan sonra tanıştığım, kaynaştığım insanların hepsi, normal ortamlarda muhatap olsam muhabbet kurup samimi olacağım insanlar. Hatta -özellikle bu sene- çok istedim, etrafımdaki salak insanlar gitse, sosyal medyadan samimi olduğum insanlar gelse diye… Olmuyor tabi. Ama dediğim gibi, seviyorum bu insanları. Zaten blogu açarken de amacım buydu, kendim gibi insanları bulmak.


Sosyal medya araçlarını kullanan tiplerin genelde yalnız ve asosyal olduğu yönünde oluşmuş bir yargı var.  Her genellemenin yanlış olduğunu bilmekle birlikte böyle bir genellemenin yapılmasının temel nedeni bilgisayar çağının insanları yalnızlaştırdığı kaygısı mı?
Bu yargı çok önceden oluşturulmuş bir genelleme ve ben inanmıyorum. Bir insanın sosyal veya asosyal olmasının sosyal ortam kullanımıyla ilgisinin olmadığı bir devirde yaşıyoruz artık, bence. 2000’lerin başındaki sabahlara kadar chat yapan ergenler günahımıza girdiler. Artık web dünyasını gerçek dünyasının önüne koyacak kadar delirmiş insan kalmadı o kadar. Kaldı ki ben gerçek hayattan tanıdığım, çok sevdiğim ama görüşemediğim insanlara ulaşıyorum, en basiti Facebook yoluyla. Yalnızlaştırmanın tersine bir yöne gidiyor. Ben henüz netten tanıştığım biriyle görüşmedim (görüşmem demiyorum ama denk gelmedi) ama tanışıp kaynaşan çok insan görüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim, eskiden nette yaptığım hiçbir şeyden ailemin haberi olmazdı. Geçenlerde öğlen yurtta oturuyordum, maillerime bakıyorum, msn’den babam birden şunu yazdı: “Blogunu okuyordum ben de şimdi”. Düşünebiliyor musun? O kadar dikkatli yazdığım halde açıp baktım, ters bir durum var mı diye. Neyse konudan sapıyorum,özetleyeyim: Eskiden Internet ayrı bir yaşantıydı, şimdi yaşantımızın bir uzantısı. Benim babam blogumu nerden bulmuş yahu? :)


Sosyal medyanın ülkemizde yanlış anlaşıldığını düşünüyor musun?
Yanlış anlayanlar var ama ben o tür insanlarla pek muhatap olmamaya gayret ediyorum. Dedim ya geçen gün Formspring’de de, akraba meclisinde sana ahkam kesen teyzelerin fwd mail tadında linkler paylaşması Facebook’ta… Doğru anlayanlarla bir arada durmak lazım. Kafayı yiyorsun yoksa. Zaten benim her şeyi düzeltme gibi pis bir huyum var, hiç bulaşmıyorum o yüzden öyle insanlara. Müdahele etmeye de çekiniyorum, sinir basıyor.


Sosyal medya araçlarının neredeyse tamamını kullandığını biliyorum, bu araçların hayatına herhangi bir şey kattığını düşünüyor musun?
Bir şey katmak. Bu çok geniş ve kısmen yanlış olur. Ama mutlaka hayatımda bir şeyleri değiştirdi. Değiştirmek daha doğru bir kavram sanırım. Başka türlü ulaşabilme imkanım olmayan insanlara ulaşma şansı verdi bana sosyal medya. Örneğin HBBA. Açıp gerizekalı köşe yazarlarını okuyup sinirimi katlayacağıma benim düşüncemi benden daha güzel söyleyen, “Oh be!” dedirten, ya da bana bir şeyler öğreten birini okuyorum mesela. Böyle çok insan var. Ayrıca İzmir yazımda hayata bakışımın değişmesinden bahsettim ya sürekli, bunda sosyal medya yoluyla ulaştığım insanların etkisi yadsınamaz. Kullanmak bana bir şey katmıyor ama eğer bu sosyal medya araçlarını kullanmasaydım çok daha uyduruk işlerle uğraşıyor olabileceğimi tahmin edebiliyorum. En azından kısmen de olsa kaliteli vakit geçirmemi sağlıyor.


Sosyal medyanın siyasi kararlara etki etmesi bakımından bir güç olması mümkün mü?
Mümkün. Bende çok etkisi var mesela. Hayata bakışımın değişmesinin başka bir boyutu da bu. Siyasi fikirlerin oluşumunda önemli olan bilgi kaynağına ulaşabilme ve o kaynakların kullanılabilirliğidir bence. Benim normalde açıp okumayacağım gazetelerin, portalların, dergilerin içindeki mühim bir linki sen paylaştıysan mesela Twitter’da, açarım, okurum, öğrenirim. Internet çok geniş kaynaklar sunuyor ama insan onun içinde de kendini ufak bir döngüye sığdırıyor bir şekilde. Sosyal medya seni o döngüden çıkmaya teşvik ediyor, öyle ya da böyle.


Blog açma fikri nereden çıktı, nasıl gelişti olaylar?
İnan tam olarak hatırlamıyorum. Ama hatırladığım kadarıyla, ana hatlarıyla anlatayım. Blog açmadan önce ciddi ciddi açıp her gün okuduğum tek blog, çoğu blogun olduğu gibi, Aceto Balsamico idi. Oradan tıklayarak gittiğim bloglar oluyordu ama düzenli takip etmiyordum. Aceto’dan hevesleniyordum haliyle biraz. Başka bir boyutu da hemfikir insan bulma çabam. Benim tuhaf zevklerim olduğundan pek herkesle paylaşamıyorum aklıma gelenleri ve artık çevremdeki insanların anlatacağım şeye vereceği tepki az buçuk belli olduğu için daha çok insana söyleme ihtiyacı hissediyordum. Maç izlerken yaptığım ufak bir tespit mesela. Oda arkadaşımla izliyoruz -izliyorduk- maçları. Zaten çoğunu ben söylemeden o söylüyor, futbola bakışımız neredeyse aynı. Arayıp babamla konuşsam onun da ne diyeceği belli. Kardeşim de hakeza. Sınıfa dalıp erkeklerin arasına girip “Hacı dün n’oldu ya öyle maçta?!” demeyi sevmiyorum sanılanın aksine, çünkü usandım erkeklerin “Aaa sen futbol izliyor musun ne hoş” demesinden (ve akabinde “İzleme demiyorum, hobi olarak yine izle” kendini beğenmişliklerinden). Benim futbol sevgimi ve bilgimi sorgulamadan söylediklerimi dinlesin istedim insanlar. Futbol örneğini verdim ama başlarda futbol yazmak da istememiştim, engel olamadım kendime, bu da not olarak düşülsün. Kısacası, benim yaptığım saçma sapan, gereksiz bir tespite “Evet ya!” diyen insanlar olsun istedim, blog ondan var. Ama dediğim gibi, dellenip “Yeter lan blog açıyorum!” dediğim anı hatılamıyorum.


Toplumsal cinsiyet rolleri bakımından futbolu sadece erkeklerin yaratacağı ve takip edeceği yanılgısı yüzünden sorun yaşadığın oldu mu?
Olmadı. Hiç sorun yaşamadım. Diye girsem lafa :) Olmaz mı yahu. Şimdi 7-8 yaşlarıma geri dönelim: Teneffüste bahçede dolanıyorum. Benden bir iki yaş büyük erkek grubu tek kale maç yapacak, adam eksik, kısa saçlarım sebebiyle beni erkek sanarak “Gel lan gir maça” diyorlar, hiç bozmuyorum, takımım için canımı dişime takarak oynuyorum. Damarıma basılınca bağırıp çağırıyorum, kız olduğumu anlıyorlar: Ve oyundan atılıyorum. Sebep? Kızım. Lan oynuyoruz işte, ne fark eder? Kendi sınıf arkadaşlarım artık alışmıştı, arada alırlardı oyuna ama ortaokulda filan onlar da almaz oldu, malum ergenlik. Sonra yıllar boyunca babam maç izlemeye giderken benden 6 yaş küçük erkek kardeşimi götürdü, beni götürmedi, “Ne gerek var?” diye. Anladığıma, sevdiğime inansın diye deliler gibi yorum yapıyordum maç boyunca. Bak artık bu kadar rüştümü ispatlamışım, bu yaşıma gelmişim,  “The Football Book”u aldığımda heyecanla anneme gösteriyorum, “Kız başına ne lüzum var” diyor. Ne dersin buna? Bu tür konularda söylediğim en net cümle şu: Futbolu anlamak ve sevmek için gerekli tek organ, beyin. Kaldı ki erkeklerin çoğu da anlamıyor. Arda sinemaya gitmesin diye tezahürat yapan adam anlıyor mu mesela sence? Bence anlamıyor. Sadece erkek olması ona özgürce ahkam kesme şansını tanıyor. Kadınlar da ne dese kadınlığı fikrinin üzerinde bir gölge oluyor.


Bir de bu futbol konusuyla ilgili benim takıldığım bir husus var. Mesela bir genç düşün, cinsiyeti önemli değil, üniversite öğrencisi, ailesinden farklı bir şehirde kendi evinde yaşıyor, interneti var, ekonomik durumu da ortalamanın biraz üzerinde. Bu genç bütün günlerini sadece ama sadece futbolla ilgili olaylara ayırıyor. Mesela her ülkede tuttuğu bir takım var ama saplantı derecesinde bi takım tutma. Bütün üniversite hayatını bu takımlar çevresinde harcıyor. Bu durumun birçok nedeni olabilir hatta sadece sisteme sövebiliriz, içi boş düşünmeyen genç yaratma açısından. Sistem dışında en önemli nedenler neler sence?
Futbol bağımlılık yapıyor. Bence bu asıl neden. Ve aldıkça daha fazlasını arıyorsun. Başlarda Galatasaray’ın sadece ciddi maçlarını izlerdim. Sonra bazı Anadolu takımı maçları girdi işin içine, Antep deplasmanı mühimdir mesela. E rakip de önemli, bilelim dedik onların maçları da izlenir oldu. Barcelona ne güzel takım dedik her hafta 90 dakika da ona. E bu işi izledikten sonra başkaları ne demiş merak ediyorsun, köşe yazıları. Bloglar ne demiş? E bunun Şampiyonlar Ligi var, Dünya Kupası var… Bitmiyor yahu, battıkça batıyorsun. Sen bir kısmıyla ilgilenmesen bile ilgilenen biri senin de hoşuna gideceğini bilip anlatıyor zaten. Kardeşim de, üniversiteden yakın bir arkadaşım da AC Roma taraftarı mesela. Serie A’yı hiç sevmem, takip de etmem ama o ikisinin sayesinde Lazio – Inter – Roma üçgeninde yaşananları öğrendim ve son birkaç hafta ben de heyecanla açıp izler oldum.


Okuduğun iki bölüm aslında piyasada sana ortalamanın üzerinde para kazandıracak işler yaptırabilir. Neden akademi?
Paranın ne önemi var, mühim olan insanlık! Şaka bir yana, çok para gibi bir hayalim olmadı hiç. Benim isteğim bir kitap veya bir DVD’yi isteyince almanın dokunmayacağı kadar paramın olması. Akademisyenlik bunun için yeterli. Stajda iş ortamını gördüm. Çok da samimi bir ortam vardı ama bana göre değil. Deliler gibi yaptıkları işler çok anlamsız aslında, bunu görüyorsun dışarıdan bakınca. Akademisyenlikte hem araştırma yaparak, hem de ders vererek “bir işe yarıyor” olma duygusunu hissedeceğimi düşünüyorum. Sonuçta okuduğum bölüm çocukluğumdan beri hayal ettiğim bölüm değildi, kim hayal eder ki işletme okumayı? Elimde olanları hayallerime uydurmaya çalışıyorum.


Şayet hayal kırıklığına uğramaz ve pes etmezsen yüksek lisanstan itibaren ne tür konular üzerine çalışmayı planlıyorsun ya da planlıyor musun?
Şimdilik planlarıma göre doktora da İşletme ya da Lojistik üzerine olacak, kendi bölümümde ders vermek isterim ama sanki delirip bambaşka bir konuda doktora yapacakmışım gibi hissediyorum. Öyle bir haller var bende. Bir de benim önceki soruya verdiğim cevabın son cümlesi, bu sorunun ilk cümlesine bağlı gibi. Sanki ben cevap verdikten sonra sen sormuşsun gibi. Şimdi fark ettim. Hoş olmuş.


evet efenim okuduğunuz üzere böyle bi şey çıktı ortaya tabi şu kadar soruyu sorup cevapları sonra okuyunca bi bu kadar daha soru sorası geliyor insanın ben bi tenhada kıstırıp sorularımı sormaya devam ediciim belki bi yerlerde bi gün yine karşınıza çıkar. 


şimdi bi hayal kurdum da pek hoşuma gitti onu da diyeyim noktalayayım; böyle eğlenme amaçlı yaptığım röportajımsı şeyden sonra devam edermişim ve bi gün çok azılı bi röportör olurmuşum. negzel olur di mi? (bak hala soru soruyorum)

17 Haziran 2010 Perşembe

ev kızının hastane ile imtihanı

bu hafta boyunca iki defa devlet hastanesi denen kabir azabı ile yüzleşmek durumunda kaldım, neyseki kız kardeşim öküz gibi sağlıklı da iş daha uzayıp budaklanmadı. üstelik gugıl varken doktora ne gerek var yaz bütün semptomları bul hatalığını zaten artık doğal yöntemler revaçta al otunu kaynat iç mis gibi.



ama devlet hastanesi dediğimiz kurum hakkaten çok enteresan ve saçma bi kurumumuz, sosyal devletin iflas ettiği bi devlet yapısında zaten hastanelerin harika olmasını beklemek yanlış olur ama orada kurumun eksikliklerinden ziyade personelin problemleridir işleri zorlaştıran. bi kere hiçkimse yaptığı işi sevmiyo hatta nefret ediyo, kabul bu durumu her sektörde görebiliriz ama aynı durum hastanede olduğu zaman işin boyutu biraz değişiyor, çünkü oraya gelen insan kendinden şikayetçi olduğu için geliyo ve zaten içinde bulunduğu durumdan hiç memnun değil ve kendisine ilgi gösterilmesini iyi muamele yapılmasını istiyor. ve fakat o da nesi, devlet hastanelerinde durum tam tersi. doktordan sekreterine talilcisinden röntgencisine her şeyi sizin alttan almanız ve dediklerini bir kerede anlamanız lazım.

şayet sekreteri anlayıp kayıt işini atlatırsanız doktora derdinizi anlatmanız lazım eğer dinliyosa bi tahliler isteyecek kesin, onu da yine sekretere onaylatıp kağıt almanız lazım ve gidip tahlil için randevu almanız lazım. tahlilcibaşı tiplerine hiç girmiyorum zira hepsi kendini doktor bizi de uzman yardımcısı sanıyor şurayagidipşugünerandevualıpşöylegelmenizlazım anladınız mı? doktorların el yazısı okunmuyo hadi onu 6+birkaçyıldaha'ya ve artııı toplumunda muazzam katkısıyla oluşmuş egoya bağlayalım, bunların da söyledikleri anlaşılmıyo anacım, sırf kendilerini doktor sanmaktan ötürü. bildiğin cinnet hali bu devlet hastaneleri.

bir de sürekli hastanelere gidip gelmekten kafayı cozutmuş bir tayfa var ki onlar hakkaten anlatılmaz yaşanır tipler. artık gidip gelmekten hangi doktorun saat kaçta nerede olacağını ezberlemiş, sırada ne kadar süre bekleyeceğini bildiği için örgüsünü yanında getirmiş sakin sakin örgüsünü ören, verilen tahlileri en kısa sürede hazır edip ilk fırsatta araya kaynayan ve işini öğle tatiline kalmadan halledebilen birtakım insanlar. olimpiyatlarda teşhis-tedavi etabı olsa en birinci gelebilir bu tipler.

ben kendim şu sıralara ev kızı olduğumdan mütevellit öyle çok aksiyonlu günler geçiremiyorum doğal olarak. her günüm akşama ne yemek yapsam, şunun çocuğu olmuş bi hayırlı olsuna gitmeli, ütüyü hangi ara yapsam daha az terlerim, maçları nası izlerim sorularına cevap aramakla geçiyor. dünya kupası olduğu için durumumdan çok şikayetçi değilim, yeterki saçma organizasyonlara beni sokmasınlar.

ayrıca Burcu tivitırdan benim blogumu takipçilerine tavsiye etmiş az önce gördüm, pek sevindim. yihuğğğ

bu yaz böyle bi yaz.

4 Haziran 2010 Cuma

vara vara varamadım

aslında bikaç saat önce bi deneme yaptım ama olmadı be. niyeyse böyle arada bana bi geliyolar deli gibi yazmak istiyorum ama bi türlü bi şeyleri toparlayıp yazamıyorum. aslında bu yazabilme motivasyonum sinir olma halimle doğru orantılı sanırım. zira az önce tanık olduğum birkaç şey sayesinde şu gördüğünüz satırları yazmayı başarabiliyorum.


varan1: arkadaş bu tv denen zımbırtı ben görmeyeli (ki kemiksiz bi 6 ayı var, ankaraya geldikçesi bikaç satır göz atıyodum ama onlar sayılmaz, valla hep iz tvye bakıyodum wilco'nun karavanını yakalarım deyu, zaten evde durmuyodum ki hep gezmelerdeydim) ne pis ne seksist ne manyakçıl bi organizma olmuş ya. starda kabaremsi bişiler yapıyolarmış onu açtılar(evet ben açmıyorum, zira kumanda kullanmam ben,genelde kumanda kullananı kontrol ederim, bu sefer sosyal deney amaçlı dokanmadım-yerseniz-) baktım bi skeçe. bir alie diğer aileye gidiyomuş da, biri araba almak istiyomuş diğeri kızlarını istemeye geldiklerini sanıyomuş da bişiler bişiler. yani bi kadının "mal" haline getirilmesine hadi bi şey demiyorum da bana en çok koyan o iğrenç esprilere en çok kadınların gülmesi oldu, valla çok üzüldüm bildiğin. zaten hepsi çoluk çocuk hatta torun torba sahibi ve aynen kendilerini mal gibi satmaya eğilimli kadınlar ile onları mülkiyetine geçirmeye istekli erkekler yetiştiriyolar. böyle devam ediyo işler. nalet gitsin. diğer kanallarda da benzer uygulamalara rastladım tabi mesela şovda çok methedilen türk malı vardı. bi kere ofsayt o dizi zira tayfun güneyer(tayfun yerine cüneyt yazdım ne alakası varsa, bu ara saçma sapan isimlere çağrışıyorum, hayırlısı) var, adam başımıza en mal dizileri sarmış çakmalardan çakma beğenen oralardan buralardan çalıp çırpan bi şahıs, neyse herkes bakıyo benim ne eksiğim var dedim, baktım ve fakat işte az önce yukarıda bahsettiğim manzaranın bi benzerine rastladım, sonra zaten yaptığım ütüye odaklandım radyo açtım onu dinledim. valla.

varan2: bu sevgili olaylarından katiyen anlamıyorum ben. çok net. ama yani dostlar, arkadaşlar, pek sevgili insanlar, yani bi insan bi insandan iki yıl içinde ne kadar nefret edebilir ve ne kadar sevebilir. dolayısıyla neden sürekli ayrılıp barışır? böyle bi çift var yakınımda. aslında çok da yakınımda sayılmaz ama bana da bi şekilde bulaşıyo olaylar, ki gerçekten konunun benimle uzaktan yakından alakası yok. bi de enteresandır bu durum yüzünden şöyle bi tespitim var (dikkat az sonra azıcık hakaretengiz sözler sarfedicem kimse üstüne alınmasın, üstüne alınan da küçük oğluna almasın napim) bu sevgililerinden hariç kenarda birilerini beklettiklerini düşünen çeşitli yavşak insanlar var kadın olsun erkek olsun. ne zaman sevgililerinden ayrılıyolar ya da ayrılmış gibi yapıyolar çat hemen araya bu zavallı kenarda beklediğini düşündükleri tiplere sarıyolar. o sarma olayı da farklı oluyo tabi. ne bileyim mesela sevgilisi varken asla seninle iletişmeyen tip seni arıyo, soruyo, plan yapıyo kaynaşalım edelim. böyle bi düzenli sirayet etme hali. sürekli bi gösterip elletmeme hali. e tabi karşıdaki tip de bunu bi yiyo iki yiyo sonra bi bakıyo bi bok olduğu yok o yüzden pas vermiyo. ama tabi bu süreç baya uzun süren bi süreç, arada ne gençler telef oluyo hiç kimsenin umrunda olmuyo. yazık ulan, niye böyle davranıyosunuz insanlara, nedir bu dallamatik tavırlar, ayağınızı denk alın. valla çok pis dalacam.

varan3: ya ben de kendi çapında tripcan bi insanım, durduk yere sinirlenip triplere girebiliyorum ama genelde bu triplerim kendi çapımda oluyo mümkün mertebe kimseye sirayet ettirmemeye çalışıyorum, en fazla yakınımdaki bikaç kişiye çemkirek bi vaziyette şöle oldu böle oldu bikbikbik rerörerö diye konuşurum sonra geçer. ama bi de diğer türlü tripcan arkadaşlarımız var(bakınız küçük kız kardeşim Senem (a.k.a Jr. Selvi, Selvi annem olur) arkadaş yani o kadar küçük bi meseleden yani nası olay çıkıyo şaşıyorum ya, yanlışlıkla bi şey mi yaptın, artık bütün gün o surat adliye duvarı gibi ne tebessüm eder, ne şebekliğe karşılık verir, ne unutur yok anam nerde muhakkak günün bi yerinde bikaç defa laf sokar. arkadaşım bu kadar sinir bünyeye iyi değil bence bak çabuk yaşlanırsın, ki kendisine de söylüyorum, söylüyorum ama kime? dağlara, taşlara tabi. zira can çıkıyor huy çıkmıyor.

varan4: bu tivitırın hem hastası hem sıkı kullanıcısı ve de sıkı takipçisiyim ya bi nevi yeni bi ortamım oldu kendisi, insanlarla iletişmek içün de severek kullandığım bi platform kendisi. ve takip ettiğim insanları ya  sırf yazdıklarını beğendiğim için takip ediyorum ya da kutsal bilgi kaynağım olsun diye. bi de nezaketen takip ettiğim bikaç kişi var. hatta sadece 3 kişi var böyle. aslında takip etmesem de oluyo da ne bilim bi türlü unfollow edemiyorum ayıp olur gibime geliyo. ama bi tanesine son zamanlarda acayip kıl oluyorum böyle ağzına vurasım geliyo desem yeridir. bi değilşik triplere girdi bu arkadaş, hoş bana giren çıkan bi şey yok ama, tavırları çok saçma geliyo. böyle bi ünlülere "sarkma" durumu var, bi de tivit hırsızlığı yapıyoki olursa anca bu kadar olur, bi de bi de böyle bi küçük dağları ben yarattım havalarında filan. böyle bi tane daha vardı onu en sonunda bıraktım, bunu da yakındır bırakacam galiba, bırakmadan bi günah çıkarayım dedim, bikaç gün sonra okuduğumda saçma gelirse yanlış düşündüğümü farkederim belki diye de konunun sonuna doğru bi çıkarsama(çıkarıma ne oldu bilemiyorum artık niyeyse bu kelimeyi kullanmak istiyorum hep) yaptım bağlayamadım da ama nese işte sinir olma olayıma katkısı var.

yani ben şurada içindeki ev kızını ortalığa saçmış kendi halinde bi insanım, tek derdim şu tezimi bi an önce kolaylamak ardından az biraz tatil yapmak ve yaz boyu açılacak araştırma görevliliği (a.k.a akademik kölelik) kadrolarına başvurup sınava çağrıldığım şehirlere gidip fırsattan istifade bikaç şehir görmek. niye yani bu kadar sinirletiyosunuz beni? yazık değil mi?

tabi güzel şeyler de olmuyor değil ama o da başka bi zaman kıfsmetse.

son ve alakasız olarak, stardust'ı izledim, pek beğendim, fantastik kuntastik şeyleri seven arkadaşlara tavsiyemdir, gerçi fantastik seven arkadaşlar 2007 yapımı filmi muhtemelen çoktan izlemişlerdir ama sırf aşk filmi diyip de fantastik sevmeyenlere filmi itekleyemiycem, siz bi girin bakın nedir diye konu ilginizi çekmezse izlemeyiverirsiniz artık. böyle de film otoritesi tonunda konuştum ama yok öyle değil, sadece çok sevdiğim filmleri istiyorum ki başka kimseler de izlesin beğensin belki mutlu olan bile çıkar aralarından ne hoş olmaz mı? bir egosantrik paragrafın daha sonuna geldik, esenle kalınız efenim.