21 Aralık 2011 Çarşamba

kürk mantolu madonna

daha 40 sayfasını okuduğum için kitabın içeriği ile ilgili yorum yapmayacağım. kitabın iki noktayı tek başına, ünlem ve soru işareti ile birlikte kullanmak gibi ciddi bir problemi var. böyle bir imla hatası böyle büyük yazarların kitaplarında yapıldığında, o hata hata olmaktan çıkıp meşrulaşıyor. herkes böyle kullanmaya başlıyor. ben kitabı cok büyük bir merakla okumaya başladım ama bu yanlış noktalamalar dikkatimi dağıtıyor, okumakta oldukça zorlanıyorum. iki nokta gibi bir noktalama işareti yok, ünlem veya soru işaretinden sonra ise kesinlikle yok. ben Sabahattin Ali'nin böyle bir şey yaptığını sanmıyorum. bunu ispat etmem mümkün değil, ama elinde daha eski bir basımı olan varsa bir fikir verebilir. benim elimde yapı kredi yayınlarının 46. baskısı var. Ağustos 2011'de basılmış. bu kitap basıldıktan sonra editörün masasına gitmiyor mu acaba? ya da birileri göz gezdirmiyor mu? göz gezdirip bu hataları görmezden geliyorsa veya bunu hata olarak görmüyorsa o nasıl bir insan ki yayinevinde çalışabiliyor? eve gidince yapı krediye mail de aticam, şimdilik twitterdan sordum, nedir bu diye. cevap verirlerse anlayacağız neymiş durum.

18 Aralık 2011 Pazar

benim de söyleyeceklerim var.

ben karaktersiz miyim ya? olabilir.

çünkü karakterimi ve aidiyet duygumu hiçbir şey üzerinden kurgulamıyorum ben, öyle ortaya karışık bir insanım. günlerdir bunu düşünüyorum, hayatımdan şunu çıkarsam geriye bana ait az şey kalır dediğim hiçbir şey yok sanırım. bir şeyi tutkuyla sevmek, aidiyetini, karakterini onun üzerinden kurgulamak ne kadar doğru bu başka bir tartışmanın konusu. ben şimdilik o kısmı pas geçiyorum zira tek başına yazılacak, düşünülecek bir konu olmadığını düşünüyorum. istişare ister bu konu.  

evet ne diyorduk, mesela çevreme bakıyorum, herkesin hayatında tutkuyla bağlandığı bir şey/şeyler var. yaşadığı şehir olur, futbol takımı olur, sinema yönetmeni olur, dizi olur, dizi karakteri olur, film olur, oyun olur. bi şey işte. böyle sevmeler ortaokul-lise yıllarından hemen sonra kendiliğinden bitti bende. şak diye, hiç var olmamış gibi hem de. bu söylediklerim karakteri doğrudan çok güçlendiren şeyler değil ama kişiyle ilgili belirgin bir fikir verir gibime geliyor. benim böyle bir eğilimim olmadığı için ortalama biriyim gibi geliyor. yazdıklarımı okudukça saçma gibi gelmeye başladı zaten, neyse.

yaşadığım şehirle bir alıp veremediğim yok mesela, zaten benim için şehri güzel, yaşanabilir, sevebilir kılan şey insanıdır. birlikte vakit geçirdiğim insanlardan memnunsam şehrin koy götüne, ankara olmuş, muş olmuş fark etmiyor. tabii ankara'da yaşayan bir insan olarak bu noktada oturduğum yerden yazıyorum, şehir muhakkak fark eder de işte anladınız siz onu. ben şehre güzel demem şehirde sevdiğim insanlar olmadıkça. hah bu daha doğru bi yorum oldu. 

yaşadığım şehirle bi alıp veremediğim yok ama ha bire istanbul ile ankarayı karşılaştıran arkadaşlara şunu söylemek isterim; istanbul siz insanlar olmadan güzel, ankara ise insanları ile güzel. taam mı.

ders çalışmalar; bu yüksek lisans işini kıvırıcam galiba bu sefer. geçen sefer kıvır(a)mamak için çok makul nedenlerim vardı, bu sefer hiçbiri yok, üstelik şimdilik sadece bilimsel hazırlık dersleri almama rağmen seviyorum uleyn! sosyal dışlanma ile azınlık kimliği ilişkisi üzerine minik bir ödev yapacağım inşallah hocam. şayet bunu becerebilirsem beni tutabilene aşk olsun. 

dinlemeler; çılgınlar gibi arctic monkeys dinliyorum, önünü alamıyorum. ama çok eğlenceliler yav, acıklı şarkıları yok denecek kadar az, zaten acıklı şarkı dinleyecek olsam arctic monkeys'in bir değişik versiyonu the last shadow puppets açıyorum the time has come again dinliyorum, i don't like you anymore dinliyorum. siz de dinleyin çoğüzel.

okumalar; haruki murakami ile tanıştım imkansızın şarkısını okuyarak. bir cümleye dünyaları sığdırabilen, çok nevi şahsına münhasır bi amcamız kendisi. salinger'ı pek severmiş, zaten imkansızın şarkısında da çok bariz hissediliyor salinger öykünmeleri. 

murakami'den hemen sonra barış bıçakçı ile yine fırtınalı fakat çok kısa süren bir aşk yaşadık. bizim büyük çaresizliğimizden yaklaşık 3 ay sonra veciz sözleri okudum. sanki 3 ay önce görüştüğüm bir arkadaşımla tüm gün çene çalmak için bir araya gelmişiz gibi oldu. fırtınalı aşkın hemen ardından da kürk mantolu madonnaya başladım, onu daha bir yavaş daha bir sindirerek okuyorum, bitsin öyle yorum yapayım. sırada okunacak yaklaşık 25 kitabım var onları okumaya uğraşırken bir o kadar daha alırım muhtemelen, bazen yetişemiyiyorum okunacak çok şey var :( diyorum ama sonra geçiyor.

izlemeler; downton abbey izledim. jane eyre, jane austen tarzı ingiliz draması sevenler izlesin derim. her bölüm film gibi, iki sezon toplam 15 bölüm var. bir de christmas özel yapmışlar 25 aralıkta yayınlanacakmış diyollar. güzel elbiseler, kitaplardan fırlamış aşk cümleleri, toplumsal sınıflar, birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası, zenginlik, aristokrasi. bunlar anahtar kelimeler. ivit. californication izliyorum şimdilerde ama öyle bi aşırı bayılmadım nedense. çerezlik dizidir,  detay şey edemedim. downton abbey'den sonra pek gitmedi bence ondan böyle oldu. californication kenarda dursun biraz, 2 günlük ömrü var zaten, mad men'e başladım henüz iki bölümünü izledim. ilk izlediğimde çok dumanlı (sığ detected) diyip bırakmıştım, şimdi ilk iki bölüme bakınca canım sigara çekti, hayatında hiç sigara içmemiş insanım. böyle şeyler.


yaşımla ilgili kaygılarım yok diyorum ama galiba her şeye geç kaldığını hissettiğini iddia eden bir insan olarak kendimi kandırıyorum. mesela mevsimciler var, bir de aycılar. yaşadıkları şeylerin müsebbibi olarak mevsimleri veya ayları görüp "bir an önce bit derler. kısa bir zaman öncesine kadar(en son ekim ayı için) ben de böyle diyordum. sonra dedim ki aga bu nedir? başıma gelenin mevsimle veya ayla bir ilgisi yok, başa geliyor sen de çekiyorsun dedim. ama sanırım temelde "giden gün ömürden gidiyor şikayet etmiyim bu günlerin tadını çıkarayım mümkün mertebe" diyorum. yazık la bana kimin çocuğuysam.

bir de, birkaç ve hiçbiri kelimelerini her daim ayrı yazan insanlar var, böyle kafa göz dalasım geliyor. hele bi de bunların "487 yıllık bloggerım, yazar sayılırım bien tekieem" kafasında olanları var, onlar tam öldürmelik. yazarken muhtemelen bilgisayar başındasınız, bi zahmet yeni sekme açıp, kontrol etseniz olmaz mı? çok mu zor yani. bilmemek değil kontrol etmemek ayıp. 

hayatımızdan çıkan -and vice versa tabii ki- insanlar hayatımızdan çıktıktan sonra adeta hiç var olmamışlar gibi oluyor, sanki biraz acayip oluyor. çünkü o yok olunca beraber yaptıklarınız da yok oluyor veya anlamını yitiriyor. o yok olunca hisler de bir süre sonra yok oluyor, o yok olunca kendimiz de eksiliyoruz biraz. o eksiklikle baş etmek biraz zor ama imkansız değil, hele bu konuda biraz tecrübeliyseniz gelip geçiyor fiyuut diye.


bu aralar temizlik halindeyim, bayağı da faşizan bir tavırla temizlik yapıyorum. hayatımda olmasını istemediğim insanları -kademeli olarak- hayatımdan çıkarıyorum. yazmayı bıraktığım blogların yazar listesinden kendimi çıkardım, okumadığım blogları okuma listemden çıkardım,  feysbukta "bu kişi bir nedir? hayatını merak etmiyorum, benimle ilgili güncellediğim gelişmeleri takip etmesinden hoşlanmıyorum o halde neden takip ediyorum?" dediğim herkesi arkadaş listemden çıkardım, tivıtırda ne idüğü belirsiz ne kadar fake takipçim varsa blokladım, tumblrda beğendiğim 1500 küsür postta bir düzenleme yaptım. valla bir ferahlık oldu, mottom sinem'de sadelik.  siz de deneyin çokzel oluyor. 


bir de yapmak zorunda kaldığım bir temizlik oldu. hayatımdan birkaç kelimeyi çıkardım. daha doğrusu kullanılması yasak kelimeler listesine aldım.


ha boyle oldi.



13 Eylül 2011 Salı

it's all business

Geçenlerde birkaç aydır görüşmediğim bir iş arkadaşımla tüm günü beraber geçirmek durumunda kaldım. Gereksiz detayları geçiyorum ama sonuç olarak 9 saat yan yana oturduk. İşimiz ya yeni evlenecek olan ya da yıllar önce evlenmiş olan insanlara mobilya satmak olduğu için muhakkak evlilikten bahsediliyor. Bir de ortak arkadaşlarımız içinde evlenen ya da evlilik hazırlığında olan birtakım insanlar var. Onun anlattıklarını dinlerken, sevgili olmak/evlenmek ile iş bulmak arasındaki inanılmaz benzerlikler dikkatimi çekti.



Ben beyaz atlı prens beklemiyorum, çevremde yaşananların da farkındayım. Ama arkadaşımın bariz bir yalvarma tonu ile "Sinem n'olur biraz kilo ver" dediğini duyunca bir kere daha düşündüm. Biriyle beraber olabilmek için, çift olabilmek için değişmek gerekiyor buna eminim. Benim söylediklerim biraz havada kalıyor tecrübesizliğimden ötürü ama işte gördüklerimden bu çıkarıma varmak çok zor değil. Velhasıl bence bu kilo ver demekler, düzgün giyinmekler, çok bilmiş davranmamler filan it's all business be. bu it's all business aşağıdaki videoyu izleyince anlam kazanacak endişeye mahal vermeyelim.


Birisi için değişmek, başka birisi için bambaşka biri olmak, bir önceki kendini tamamen ortadan kaldırmak ve bunu sonu belli olmayan bir ilişki ve de herhangi "biri" için yapmak saçma geliyor bana. Birlikte olduğum adam için bir şeylerden taviz vermekten bahsetmiyorum burada. Tamamen bambaşka biri olmaktan bahsediyorum. Evlenme aşamasında belirli alışkanlıkların törpülenmesi veya kültürel farklılıkların tolare edilebilmesi bir sonraki aşama oluyor. Ben ilk tanışıldığı döneme takıldım. Zaten bu iş görüşmesi ile benzer olduğunu iddia etmemin temel nedeni de bu. 

 İş görüşmesine giderken prezantabl olmak zorundayız hepimiz. İnsan kaynaklarının gözüne girmek için fiziğimiz düzgün olmalı, düzgün giyinmiş olmalıyız hatta mümkünse yeni bir giysi olmalı. Saçlarımız fönlü olmalı, makyajımız abartıdan uzak fakat muhakkak yapılmış olmalı, kendimizi çok düzgün ifade etmeliyiz. Mümkünse tecrübeli olmalıyız, işleri berbat etmemek için.

 İleride sevgili olmak istediği adamla sevgili oldukları netleşene kadar beraber yemek yemeyen insanlar var bu yüzden. Neden yemek yemiyor adamın yanında? Çünkü yemek yemeyi kaba buluyor bu kız. Hani var ya pembe sıçmak. hah bunun bi tezahürü gibi düşünün. Kız öyle nomnomnom yemek yerse adamın kendisinden hoşlanmayabileceğini düşünüyor. Aynı kız bu adamla 5 yıldır sevgili, onu da not düşelim.

Bir "kilo ver" cümlesinden benim aklıma bunların üşüşmesi tabii ki benim suçum. ama şimdi şöyle bir bakınca biriyle sevgili olmak/evlenmek bir iş görüşmesinden farksız geldi bana. Üniversiteyi bitirip işe girdiğim, yaşım da biraz geçkin olduğu için bu evlilik mevzuları ha bire burnumun dibinde bitiveriyor. Tabi ben kendim biraz marjinal olduğum için anca böyle laflar hazırlayıp yazıyorum. of çok pis havaya girdim biraz caz dinleyeyim hı hımm.

tabi bir de bu kilo ver'i duyunca geçenlerde bir milyonuncu kez izlediğim sex and the city'nin ilk filmindeki ana konuya ve aşağıda videosu yer alan güzel sahneye çağrıştım. 






-Why did we ever decide to get married?
+I guess we were afraid it would mean something if we didn't.
-I'm sorry to have done that to you.
+I'm sorry to have done that to you.
-You know the funny part?
+Is there a funny part?
-We were perfectly happy before we decided to live happily ever after.
+Guess the joke's on us.
- It's a good closet.
+ Thanks.
-It's comfortable.
+Is this what you had in mind
when you installed the carpet?
-I'd like to think I was that smooth.
+We better get up
before the new owners bust in on us.
-And the way we decided to get married...
...it was all business.
No romance.
That's not the way
you propose to someone.
This is.
Carrie Bradshaw...
...love of my life...
...will you marry me?


sevgili olmak ile iş görüşmesi arasındaki farklardan evlilik teklifine geldik gibi olmasın, söylemeye çalıştığım şeyle paralel bir sahne bu. tabii tüm filmi ve diziyi izleyenler için çok daha anlamlı gelecektir. 


so, şöyle bir toparlayacak olursak, 


1. değişim kaçınılmaz.
2. birisi için değişilebilir, tavizler verilebilir.
3. ve fakat verilen tavizlerin ne olduğu önemli.
4. ben size değişmeyin demiyorum hobi olarak yine değişin.
5.ama birilerinin sizinle birlikte olma ihtimali için baştan değişmeyin.
6. ben öyle yapıyorum mesela, hiçbir faydasını da görmüş değilim ama en azından kendimim.
7. beni böyle sevmedikten sonra istemem ben o sevmeyi zaten.




siz bilirsiniz yani.


yazdıklarımın tamamı için karşıt argüman da yarattım aslında. kendi kendimin anti-tezcisiyim. neyse birkaç yer tartışılabilir ama yine de genel olarak böyle düşünüyorum.


bir de çok içimden geldi, bu yazıyı en sevdiğim Sinem'e ithaf ediyorum.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

virvirleme

aslında çıkış noktası benzer olmakla birlikte birbirinden alakasız birkaç konuya değinip kaçacağım,

1. 26 yaşındayım. 18 yaşımdan beri hayatıma çok sayıda insan girdi. 18 yaşımdan önce hayatıma insan girip girmemesi pek önemli değildi benim için, o yüzden özellikle 18 dedim. 18 yaşımdan bugüne değin tanıştığım insanlardan ayıklayıp hayatıma kattıklarımla, hayatımda yer verdiklerimle olan iletişimim şeffaflık üzerine oldu. ama sanki ben bu şeffaflığı biraz yanlış anlamışım. tabii ki arkadaşlarıma karşı olan hislerimden onların haberdar olması önemli ve iyi bir şey ama bazen de işe yaramaz, çözümü olmayan hatta belki iletişimi çıkmaza sokabilecek tarzda hisler olur. bundan 2 yıl önce olsa, hissettiğim ne olursa olsun gider çatır çatır söylerdim. ama bu çatır çatır söylemeler pek bi işe yaramıyor sanki be. he? gerçi hala hislerimi paylaşmam gerekiyor tandanslı şeyler düşünüyorum ben, ama adım da atmıyorum. böyle kalsın bakalım.

2. ilerde bir gün tam zamanlı olarak bir erkekle aynı evde yaşar mıyım bilmiyorum, sanmıyorum da. ama özellikle tivitır sayesinde tanıdığım erkek kişilerin çok büyük kısmının futbola olan düşkünlükleri, bir gün eşim olursa ve futbola çok düşkün olursa ne olur diye düşündürttü beni. ben de futbolu seviyorum, kısmen takip ediyorum filan ama bu hayattan kopan gençleri görünce ben biraz üzüldüm açıkcası. hayatını 7/24 futbola odaklamış bir adamı ben evimde istemem. beraber oturalım maç izleyelim, transferleri filan takip edelim. ama maç olduğu an hayattan kopmayalım. yani o kopmasın. ben zaten kopmam. (ay ocakta yemeğim var geyiğinin de tam yeri)

3. bi de hazır tivitır tipleri filan dedim bir şey daha söylemek istiyorum, tivitırda takip etme ve takip edilme en önemli olgu. yani yazdıklarınızı hiç tanımadığınız insanların okuyup sizinle bir bağ kurması veya aynı fikirde ise sizinle konu üzerinden iletişim kurması filan pek güzel şeyler. buraya kadar tamam. ama hani bi "beni takip etmeyeni ben takiplemem, dur arada sinsice bakayım beni bırakmışsa ben de onu takip etmiyim vb" fikirler beni delirtiyor açıkcası. bu ne saçmalık ya? insanları takip etme kriterinin, sadece o insanın seni takip ediyor olması saçma değil mi? daha doğrusu sığ değil mi? tabii ki takip edilmek, yazdıklarının beğenilmesi veya "aa evet ben de aynı fikirdeyim" denmesi önemli. ama şu takip-takipçi işine saplanıp kalmak inanın anlamsız. siz yazın, bir tane insan bile okusa ve sizi anlasa yeter. ya da ben çok küçük düşünüyorum.

23 Haziran 2011 Perşembe

sana kek yaptım




efenim merhabalar, pek güzide hanım kızımızın isteğini yerine getirmek hem de madem marifetliyim biraz da belli edeyim yahu diye düşünerek dün yaptığım kekin tarifini yazmaya karar verdim. efendim kekimiz hemi havuçlu hemi tarçınlı hemi de cevizli. tarifini başka bi blogdan aldım ama tarif eksik ve de yanlış dostlar, ben hemen düzelttim bu hali mükemmel oldu. zaten o siteden direk alıp yapsak muhtemelen ekmeğimsi bi şey olacaktı çünkü tarifte yağ yoktu! kekte nasıl yağ olmaz? üstelik yağ olmadığı gibi süt veya yoğurt da yoktu. bi de 5 yumurta yazılmıştı tarife. bu bence bi kek için oldukça çok(çokbilmiş detected). dolayısıyla aşağıdaki tarif o siteden alınmış olup tarafımdan modifiye edilmiştir. ben yaptım güzel oldu, siz de yapın çokzel oluyor.

Malzemeler,

  • 3 yumurta
  • 1,5 su bardağı şeker
  • Yarım bardak sıvıyağ
  • 1 su bardağı rendelenmiş havuç
  • 1 su bardağı irice dövülmüş ceviz
  • 2 su bardağı un
  • 1 tatlı kaşığı tarçın
  • 1 paket kabartma tozu

    İlk önce yumurta ile şekeri bir güzel çırpıyoruz şeker ile yumurtanın tamamen karışması oldukça önemli. bu yüzden mümkünse çırpıcı ile karıştırın. daha sonra sıvıyağı cevizi ve havucu katın ve karıştırın. bunların üzerine tarçını, unu ve kabartma tozunu ekleyin fakat unu muhakkak eleyin o zaman daha güzel kabarıyo çünkü bi de kabartma tozunu unun üzerine ekleyip ayrı bi yerde karıştırdıktan sonra tüm malzemeyi karıştırırsanız daha bir efektif oluyor. benden söylemesi.  bir de unu, tarçını, karbartma tozunu ekledikten sonra ya çok çok fazla karıştırmanız lazım ya da sadece unu ıslatacak kadar karıştırmanız lazım, eğer orta değerde karıştırırsanız kek kabarmayabilir. genelde garanti olsun diye çok karıştırılır ben tam tersini yapıyorum şöyle bi karıştırıyorum hemen döküyorum kek kalıbına.

    cevizleri çok minik hale getirmedim ben, keki yerken arada dişe gelen bir ceviz pek hoş oluyor ama ben öyle sevmem diyorsanız iyice dövmenizde yarar var. bi de kek kalıbını muhakkak katı yağ ile iyice yağlayın. margarin koku yapabilir o açıdan ben tereyağla yaptım işlemi ama tereyağ sevmiyosanız herhangi bir katı yağ ile iyice yağlayın. tamamını karıştırdığınız malzemeyi dökün. fırını önceden çok fazla ısıtmayın birkaç dakika önceden açmak yeterli, zira fırın çok sıcak olunca kek haşlanmış gibi oluyo, içi pişmiyo dışı yanıyo vs. herkesin fırın ayarı farklıdır muhakkak bu açıdan önceden yaptığınız kekin pişirme süresi ile doğru orantılı bir pişirme süresi belirleyin. kekler genelde 160-170 derecede 30-40 dakikada pişer ama dediğim gibi fırından fırına süre değişebiliyor, bi bilene sorunuz.

    kek piştikten sonra fırından çıkarın, kalıp elinizi yakmayacak kadar soğuduğunda bi zahmet kalıbından çıkarıverin. opsiyonel olarak üzerine pudra şekeri neyn de dökebilirsiniz.

    afiyet olsun.

    PS: bu fotoğraftaki kek dilimlerinden biri diğerlerinden daha koyu, çünkü kızkardeşimle pişirme süresi hakkında ihtilafa düştük, ona güvenip biraz fazla! pişirmişim yandı azıcık. zaten o yüzden iki kere kek yapmak durumunda kaldım. yanık olanını biz yedik pek de güzel oldu. heheh.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

böyle seyler



hep bodoslama yazıyorum ya ben, bu seferki biraz farklı. çünkü az önce üzerine düşündüm şimdi satırlara döküyorum. üstelik neden yazmıyor olmam üzerine yazmayı planlıyorum. işler enteresanlaşıyor diğ mi? 


ya çünkü tumblr var, defter(ler)im var bi de tivitır var, daha da önemlisi insanlar var çevremde ne bikbiklesem dinliyorlar, buraya bikbikleyecek pek bir şey kalmıyor. 


mobil internet kullanmaya başlayınca aklıma geleni yazar oldum tivitıra. tivitır beni ehlileştirdi ve tembelleştirdi ve daha bir sürü şey. bir de aklıma gelenler geldikleri gibi gidiyorlar ondan çok muzdaribim. hele bu sıralar anlık hafızam resmen çöktü, her şeyi iki kez sorar, en az üç kez okur oldum. şuur terk haller var bende. hakkımda hayırlısı.


tabi bu blogun bende yerinin ayrı olmamasının da(doğru okudunuz "olmaması") bir etkisi var. bu blog da defterlerim, tivitır ya da tumblr gibi yazmak amaçlı kullandığım bi platform. gerçek bir blogger olmadığım için hayıflanmıyorum ya yazamadım bloga kaç zamandır gibi. dolayısıyla yine yazmam için ruhani bir gerekçem oluşmuyor.


daha da önemlisi, şuraya yazacak bir tane enteresan şey olmadı bugüne kadar. same shit different day işte. özet geçtim ama vallahi böyle.


daha doğrusu var değişik bir şeyler ama sözünü etmeye değmez. maddi hayatla ilgili değişik bir şey ne kadar değişik olabilir ki zaten? ya az para kazanıyosundur ya da çok. bundan bir adım öteye geçemez o değişiklik.


zeki müren "alkışlarla yaşıyorum" demiş ya, ben de "şarkılarla yaşıyorum" bu sıralar. 


bir de tutunamayanlara tutunuyorum.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

rerörerörerö



her yeni insanla kendimizi keşfe çıkıyoruz. tanıştığımız kişi sayesinde tanıdığımız "ben"i bazen çok seviyoruz, bi süre sonra o kişiden ayrılmak zorunda kalınca ayrılmak istemiyoruz. çünkü o kişiyle ayrılmak o çok sevdiğimiz "ben"den de ayrılmak demek. o yüzden de kangren de olsa, yürümese de o ilişki bir şekilde bir süre daha dayanıyor. 


yollar hep kendimize çıkıyor. çıkmasa iyi. 

kendimin bile kendimi dinleyesi yok bu aralar. hayırlısı.

10 Nisan 2011 Pazar

bilemedim.

benim bu kendimi sorgulamalarım hatta bi süre sonra kendi kendimi kemirmelerim hiç bitmeyecek ya, işte buna üzülüyorum. kendimi severim de bi dolu saçma sapan huylarım var ve bi türlü o huylarımı, alışkanlıklarımı bırakamıyorum. buradan "yea  o huyların olmasa sen de sen olmazdın kiii" gibi geyikli ama bi yandan da varoluşsal bi tartışmaya girebiliriz ama hiç yeri değil, başka şeyler söylemek istemekteyim.

Yukarıdaki satırları 5 kasım 2010'da yazmışım. Ben hep başka şeyler söylemek istiyorum ama bir türlü söylemek istediklerime gelemiyorum. Benim olayım da bu galiba. Bilemedim tam.

Çok yakın arkadaşlarım bloga bodoslama bir şeyler yazmam için sürekli baskı yapıyorlar, ben de bu baskıdan çok memnunum açıkcası, ama yazacak pek bir şey bulamıyorum. Bunun birkaç sebebi var,

1. sürekli kendimi tekrar ediyorum, çok fazla postum olmasa da, şu sıralar düşündüklerimin bi benzerini muhakkak yazmışımdır diyorum.

2. Bir de tivitır gerçeği var. Aklıma gelenleri 140 satırda yazıp unutuyorum. blog için mesai harcama olayına gir(e)miyorum hiç. #sbt (bak burada bi hashtag kullanıyorum, düşünün o derece)

3. düzenli olarak iletiştiğim ve her konuyu konuştuğum birkaç arkadaşım var. Zaten çoğunlukla onlar okusun diye yazıyordum, şimdi direk onlara anlatıyorum. Bir de kafa içi konuşmalarımı buraya yazmayı tercih ettim uzun bir süre, ama şimdi kafamın içini başka birisine anlatıyorum.

O değil de, benim bu blogu açmamın iki sebebi vardı, birincisi Esra ikincisi de Can. Esra "ben blog açtım sen de açsana" dedi. Can ise hiçbir şey demedi, o sürekli hiçbir şey diyemeyincesi ben de bi süre sonra ona bir şey diyemeyecek duruma geldim. Can'a söyleyemediklerimi burada söylemek istedim. Çok da iyi yaptım bence. Zaten çok da iyi yaptığımı düşünmesem hiç yapmazdım ki (yuh ayı).

Başka arkadaşlarımın yıllar önce eriştiği tecrübeye, ben daha yeni ulaşıyorum sanırım. ya da normal bir insanım, işime geldiği gibi hissediyorum. kendime yokuş olamıyom ben yea. neyse ne diyoduk, evet. tecrübe. mesela geçen Gökçe ile ilişkiler üzerine konuşurken bahsi geçti: insanlar "ilişki" denen mevhumu kendilerinden o kadar uzaklaştırıyorlar ki, olursa bu kadar olur. Hep çevremizde duyarız "yeni bir ilişikiye başlayacak kudreti kendimde bulamıyorum, hazır değilim, bikbikbik" insan dediğin formdan forma girebiliyor, orası doğru. ama neticede sen bir ilişki yaşarken o ilişki senden bağımsız değil ki. öyle değil mi? ilişkiyi "sevdiğin" birisi ile karşılıklı yaşıyor olman gerekmiyor mu? arkadaşken sinemaya gidiyosan sevgiliyken de gideceksin. arkadaşınken onu önemseyip onu düşünüp bir şeyler yapıyosan yine aynısını yapacaksın. ilişkinin yükü dediğin "beyaz adamın yükü" kadar sanal bir şey. niye bu kadar abartıyosun ki? yani tabi bu dediklerim tamamen bol keseden atmasyon zira belki de gerçekten çok ağır bir yükü vardır da benim başıma gelmediği için ben bilemiyorumdur. ne bileyim. ama yani bence birisi için içinden geldiği gibi davranmıyosan, bazı şeyler için kendini mecbur hissediyosan pek sanki hımm ne bileyim yani sanki bi şeye benzemez o. belki de bu yüzden uzaktan sevmeler, karşılıksız sevmeler daha kusursuz daha bi mükemmel. nasıl olsa o sevmelerde "ilişkinin yükü" yok. 

Sürekli olarak insan tek başına sevince, bir süre sonra, sen beni nasıl istersen öyle sev, ben de seni istediğin gibi severim kafasına ulaşabiliyor. zararlı olabilir. onu da bilemedim. bu işler hep deneme yamulma, daha yamulmadığımı görmedim ama denemekten vazgeçmemek lazım.

Mesela, bir insanı, sadece sevmek pek mümkün değil bu günlerde. 

27 Mart 2011 Pazar

hangisi daha kötü?

tanıyarak aşık olmak biraz daha zor, tam tanımadan şöyle bi göz ucuyla kontrol ettiğimiz ya da o an gördüğümüze inandığımız için aşık oluyoruz ya, bu aşık olduğumuz insanlarla karşılıklı ilişkiye başlamak, sevgili olmak ve bir süre sonra "piiiii bu muymuş ya, bunu.. bunu... alın bunu" dediğimiz zamana geldiğimizde sevgiliden nefret etmek mi?
yoksa aşka karşılık bulamadığımızdan dolayı, için için yanmak, eksik olmak, eksik hissetmek, bir daha hiç o kadar sevemeyecek olmaktan korkmak mı? 
ha tabi ilk önermeye karşı çıkmak mümkündür, "insanlar aşık da oluyor, sevgili de, üstüne bi de evlenip mutlu mesut yaşayabiliyolar bile siyynem hanım" diyebilirsiniz. ben de diyebilirim. ama konunun bu kısmıyla ilgilenmiyorum. ilgi alanım değil canım. hadi canım, hadi anam.


zaten bence en güzeli tanıdıkça sevmek(yerseniz).

24 Mart 2011 Perşembe

Esra'nın Sinem ile Imtihanı

Efenim, uzun bir aradan sonra röportaj aksiyonuna devam ediyoruz. Esra ile teeeee geçen yaz yapmayı hedefleyip de  çeşitli teknik sebeplerden ötürü bu bahara kadar(yuh) uzayan röportajı sonunda yayınlamayı başarıyorum sanırsam. Gerçi bu sıralar blog yasağı şeysi var ama ondan iyi haber çıktı kısa zaman sonra herkesler okuyacak diye düşünüyorum.

Benim için diğer röportajlardan çok farklı oldu bu röportaj zira diğer röportaj yaptığım insanları pek tanımıyordum, bi noktada röportaj sayesinde kaynaştık, kankamakarna olduk(ohh). Fekat bu röportaj için tam tersi bir durum mevcut. Esra benim 7 yıl -yazıyla YEDİ- önce tanıştığım, uzun zamanlar aynı yurt odasını paylaştığım, farklı şehirlerde yaşasak da sürekli iletişimde olduğum en bi en arkadaşım. Bu röportaj o açıdan çok duygusal oldu. Esra çok güzel şeyler söylemiş. Hatta öyle bi şey söylemişki, o cümleyi kuran bir erkek olsa direk evlenirim. for sure. 




Neyse girizgahı uzun tuttum, sizi Esra'nın cevapları ile başbaşa bırakayım. Ama ondan hemen önce, öncelikle tırt sorularıma çok güzel cevaplar verdiği için Esra'yı tebrik ediyorum(naber lé?), sonralıkla çok öpüyorum.

1.   Kaç kat oje sürdüğünü bilecek kadar iyi tanıyorum seni Esra. Ama bu satırları okuması muhtemel insanlar seni tanımıyor olabilirler. Kimsin sen?

Vayy, biri tarafından bu kadar iyi tanımak çok güzel bir hismiş bu arada bunu belirteyim önce ama bu “kimsin sen?”i cevaplamanın ne kadar zor olabileceğini evvelden hesaba katmamıştım. Efenim 2 çocuklu çekirdek bir ailenin küçük olan çocuğuyum, büyüğümüz ise abim Eray. Eray diyince aklıma geldi; adımın Esra olmasının sebebi de abimmiş mesela; Annem Zeynep demiş babam Ayşegül, abim de kendi adıyla uyumlu olsun diye Esra’yı öne sürmüş, kura çekmişler (über demokrasiye gel :) ve Esra çıkmış. Yani bugün bana Zeynep ya da Ayşegül de diyor olabilirdiniz ama Allahtan Esra çıkmış, nitekim iki isme de hayatım boyunca pek ısınamadım. İş hayatı boyunca sabah 8 akşam 5 çalışan bir anne-babanın çocuğu olarak büyürken kendisiyle çok fazla zaman geçirmiş ve bundan ara ara şikayet etmiş olsa da bunu aslında ne kadar sevdiğini sonradan anlamış biriyim. Büyürken kendimden sonra abim vardı hep çevremde, ben de abisi olan her kız çocuğu gibi hayatımın bazı dönemlerinde onu rol model belirlemişim ve bu durum bugün sahip olduğum kişilik özelliklerime, ilgi alanlarıma, hayatı algılayış biçimime kadar önemli etkilere sahip sanırım. Müzik, sinema ve spor hayatımın önemli bir kısmını kaplıyor ama net, belirli bir ölçü vermekten çekinirim. Galatasaray, Real Madrid, Efes Pilsen, Dallas Mavericks taraftarı, Premier lig sempatizanıyım ama aslında tenis, snooker ve bisiklet izlemeyi daha çok seviyorum. Sartre, Auster ve Palahniuk ne yazmışsa okur, The Verve, The King of Leon ve Tiersen ne kaydetse dinlerim. İnsan hikayeleri izlemek, dinlemek ve keşfetmek en büyük zevklerimden biridir ama zaten bunlardan bağımsız olarak aşırı meraklı bi kimseyim. Çok hızlı konuşuyor(muş)um ve ikili muhabbetler esnasında bunu engellemeye çalışarak vakit harcıyorum. Takıntıları olan, kişisel düzeninin bozulmasına sinir olan biriyim. Sabaha kadar yaz desen yazabilecek potansiyele sahip olduğumu şu an fark ettim, amma uzattın, bi özet geçsene diyenlere; Sıradan ve güzel geçmiş çocukluk sonrası Ankara’da geçirilen ilk gençlik yılları, yollarda geçmiş üniversite hayatı ve şimdi İstanbul.. Yapmak+Gitmek+Görmek istediklerim totalinde şekillendirdiğim bir hayatım var şu sıralar, ailem yanımda, çokkk sevdiğim arkadaşlarım var(bu arada oje kat sayısını azalttım Sinem, üniversite yılları kadar frapan değilim artık J ).

2.   Yaşadığın hayata baktığında, şartların seni sürüklediği yerde kendi kendine idare ettiğini düşündüğün oluyor mu? Yoksa olabilecek en iyi ihtimali yaşıyorum zaten mi diyorsun?

Bu biraz hayata bakış açın ve kendi içinde mutluluk kavramını nasıl tanımladığınla alakalı sanırım. Bende çok grift biçimde yaşadığım kavramlar bunlar. Biz senle hep konuşuyoruz ya hani, yaşadığımız hayatın hep kötü yönlerini görmeye meyilliyiz ama aslında çok güzel hayatlarımız var diye, sohbetin sonunda da “ya yoksa mutluyum da farkında mı değilim” minvalinde bağlıyoruz.. “daha iyisi” diye bir olgu maalesef hepimiz ama her birimiz için var olan bir gerçek, ulaşıp ulaşamamaktan ziyade isteyip istememe konusunda biraz gel-gitler yaşıyorum sanırım. Ben hayata bakış açım çerçevesinde yaşadığım hayattan ziyadesiyle memnunum, ama bir üst level ve onu yaşama ihtimali hep duruyor oralarda bir yerde. Soruyla ilintili olarak şöyle özetleyebilirim bu durumu; şartların sürüklediği yerde küçük, sevimli bir dünya kurdum ben kendime, içinde mutluyum ama çevresine yüksek yüksek duvarlar da örmedim, ara sıra kafamı uzatıp bakıyorum ne olup bitiyor diye..

3.   Sosyal medyayı severek kullanan futbol başta olmak üzere sporun birçok dalını severek takip eden insanları marjinalleştiren bir toplumda yaşamak zorluklara yol açıyor mu?

Yoo hiç açmıyor ya, gayet güzel, mutlu yaşayıp gidiyoruz.. şeklinde yanıtlamak isterdim bu sorunu ama tam aksini geçtiğimiz senelerde ayrı zaman ve mekanlarda birebir yaşayarak test edip onaylamış insanlarız ve bizim gibi sıkıntı yaşadığınız düşündüğümüz bir sürü insanla her gün muhabbet halindeyiz (bu güzel bir şey Allahtan). insanların gündelik hayatta kullanamayacakları bilgiye ve bunları bilenlere çok da saygı göstermedikleri bir toplumda yaşıyoruz maalesef ve sen genelin dışı meraklara sahipsen, sana öğretilenler dışında bir takım yeterlilikler geliştirmişsen "başka işin yok mu...",”aman bunlara ne gerek var” gibisinden yorumlara maruz kalmayı göze alman gerekiyor. Ben başkalarının kuaförde geçirdikleri zamanı eleştirme hakkı bulmuyorum kendimde ama onlar benim bu işlerle meşguliyetimi rahatlıkla sorgulayabiliyorlar nasıl oluyorsa. Toplum olarak bunları bir gün aşabileceğimizi ancak hayal edebiliyorum tabii sadece..

4.   Kimi zaman yanlış zaman diliminde yaşadığını düşündüğün oluyor mu?

Yani aslında yaşadığım zaman diliminden çok şikayetçi değilim, hani ara sıra ben de düşünüyorum yani başka bir dilimde yaşasaydım nasıl bir Esra olurdum diye ama günümüz ziyadesiyle güzel. Mesela TRT yapımı “Çalıkuşu”nu izlerken bu sanrıya kapılırım hep, o dönemde yaşamak gerçekten güzel olabilirdi, yada olmazdı bilemedim.. Bir de üniversite yıllarını o zaman yaşamış olan annemlerden dinlediğim 70’ler var, belki o dönemde de yaşamak isteyebilirdim.. Ama ben kendi adıma en çok 90’ları çok seviyorum, benim için ilkokul ve ilk gençlik yıllarıydı 90’lar, o zamanların bir şeyleri keşfetme, öğrenme şevkini ve naifliği bazen özlüyorum.

5.   4 yıl boyunca aynı odada ortalama 8 kız(en az yarısı her yıl değişmek şartıyla) ile yaşamak nasıl bir duyguydu?

Valla benim için çok zor oldu alışmak. Yukarıda da bahsettim hani benim gibi çocukluğunu ve gençliğini sosyal hayatı dışında daha çok kendi yalnızlığında geçirmiş ve bunu seven biri olarak öyle bi düzensizlik ve karmaşaya alışmak gerçekten zor oldu. ilk hafta walkman’imi (evet walkman, ne güzeldi walkman’ler) evde unutmuştum telaştan, delirdim neredeyse yani 5 gün zor dayandım walkman'siz.. İlk sene evimi ve o dingin düzenimi çok özlediğimden her hafta sonu eve gidiyordum, zamanla uzadı tabi yurtta kalma sürelerimiz, ama şimdi düşünüyorum mesela, nasıl tahammül etmişiz o kadar zaman hayret ediyorum. işte demek ki tuhaf da bi çekiciliği varmış o kakafoninin meğer, son seneler eve gidince yurdu özler bile olmuştuk..

6.   Seninle yurtta aynı odaya düştüğümüz için tanışmak zorunda kalmıştık. Yataklarımız yan yana olmasına rağmen ilk 2 ay benimle iletişmeyi ısrarla reddetmiştin (ne pis insansın lan). Peki ne oldu da yatakları bırak yaşadığımız şehirleri ayırmamıza rağmen 3 yıldır kesintisiz görüşüyoruz?

Ahahha, ya hakkaten ne pis insanmışım şimdi düşündükçe utanıyorum kendimden J ama ben seni içten içe kıskanıyordum Sinem, kaynaşmamamın asıl sebebi buydu yani. Sen kalkıp derse giderken ben 10. uykumda oluyordum, ben derse gitmeye hazırlanırken sen gelip uyku-müzik-kitap döngüsüne giriyordun. Ben gece 11 de dersten çıkıp geliyordum, üstümü değişeyim bir an önce, yemeğe mi insem, banyoya mı atsam kendimi diye cebelleşirken sen pijamalarınla yatağın içinden olanca sevimliliğinle –Naber Esra, günün nasıl geçti.. diye soruyordun. Yüzüne bile bakmadan ve tüm mendeburluğumla verdiğim cevaplar için senden şuracıkta tekrar özür dilemek istiyorum. Ama kabul edersin ki ben de zor bi durumdaydım, 2. sınıftayım, derslerimin en hayvani olduğu dönemler, odada ben hariç 7 çöm var, hep bir ağızdan konuşmaya başlardınız bide,  allaaaaaah.. Okulda bugün şunla tanıştım, bilmem kim hoca çok kılmış, lise anıları falan.. Delirmediğime dua et yani J ama işte en büyük aşklar nefretle başların arkadaşlık versiyonuymuş bizim o vakitler yakaladığımız demek ki. Yurt ortamının şeffaflığından kaynaklanıyor büyük çoğunlukla ama bizim bir de elek üstünde kalma durumumuz oldu. Yani sadece yurt içinde beraberdik önceleri, diğer ortamlarda farklı insanlar tanımış olmak bizi bi çeşit eleme sistemi oluşturmaya zorladı demek. Elek üstünde kalan 3-4 kişi o gün bugün yer-zaman-boyut farkı gözetmeksizin birlikteyiz. Ama onlardan da ayrı bizim seninle genelde geceleri gerçekleştirdiğimiz onlayn seanslarımız var. Birbirimizin terapisti olarak hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Bu bence bir insanın hayatında sahip olabileceği en önemli lükslerden biridir. Sen benim lüksümsün siğnem J

7.   Hayatında son 10 yılda ortaya çıkan bazı kırılma noktaları(ankaradan istanbula taşınmak gibi) olmasaydı, diğer ihtimaldeki Esra ne yapıyor olurdu diye düşündüğün oluyor mu?

Evet bunu düşünüyorum zaman zaman ve düşündüğüm pek çok ihtimalin sonu belli bir kalıba çıkıyor aslına bakarsan (bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi? ona tam karar veremedim). Bunun sebebi hayatta olmak istediğim kişiyi bir figür olarak kafamda çok önceden çizmiş oluşum sanırım. İlk sorularda yazdığım şeyler benim hep yaşından daha olgun bir insan olarak yetişmeme sebep olmuş olabilir. Hayatımda yaşadığım en büyük kırılma noktası babamın ben 18’ımdeyken, liseyi yeni bitirmişken vefat edişiydi. Ama işte ne kadar yaşından olgun büyümüş biri olursan ol bir ebeveynini kaybeden insanın hayatı tahmin edebileceğin gibi %180 derecelik değişimlere sahne olabiliyor. O gün o 18 yaşındaki, hayatı yeni yeni tanımaya başlamış, hafif şımarık kızı oralarda bi yere bıraktım ve yoluma başka biri olarak devam ettim sanırım. O Esra yaşamaya devam etseydi bugün bambaşka biri olacaktı, bu kesin. Ama bu Esra da fena değil, şimdilik iyi idare ediyor.

8.   Blog açmaya nasıl karar verdin? Nasıl gidiyor blog işleri?

8. soruyu soruş şeklinde “okul nasıl gidiyor”cu amca tandansını yakalamışsın sinem ya J Hımm, blog açmaya twitter dan sonra karar verdim diyebilirim, Önceden girip okuduğum bloglar vardı ama ben de yazsam mı  diye düşünmemişim nedense ki şu an pişmanım buna biraz.. Keşke daha önce yazmaya başlasaymışım.. Ben blogumu da twitter gibi kafa içi konuşmalarımı aktardığım bir mecra olarak görüyorum sanırım, kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissediyorum ve öyle de yazıyorum çoğu zaman ama zaten amaç nedir ki yani, büyük büyük kitlelelere mi hitap edecektim?

9.   Bir sosyal medya gurusu olarak son zamanlarda şikayetçi olduğun sosyal medya platformu var mı?

Aman efendim guru falan estafirullah J verimli ve eğlenceli bir biçimde kullanabilen diyelim. Sosyal medya ile ilişkilerimi kendi blogumda şu yazıyla da anlatmaya çalışmıştım az çok
(http://bazenderimbazendemem.blogspot.com/2011/01/ayns-kaynmda-da-var.html).  Öncelikle ben sosyal medyanın doğru kullanıldığında çok faydalı olabilen bir mecra olarak görüyorum. Hadi faydasını da geçtim çok eğlenceli yaa. Facebook’un dalgalı ve en cıvcıvlı zamanlarından da nasiplenmiş biri olarak artık gün içinde 2-3 kere girip sadece baktığım bir mecraya dönüşümünü izlerken Twitter girdi hayatıma. Twitter acayip derecede tatlı bişey öyle anlatılacak gibi değil J vallahi çok seviyorum twitter’ı ya, tweetlerinin hastası olduğum insanlar var, her gün kendisinden yeni şeyler öğrendiğim insanlar var.. feysbukun asla veremediği eğlenceyi twitterdan fazlasıyla ediniyorum ki feysbuk artık bi bişeye dönüştü ama ne olduğunu isimlendiremiyorum, bazen sadece kekremsi bir tat.. Olası “ee bu kadar şikayetçisin neden hala bi hesabın var, niye kapatmıyorsun?” tepkilerine cevabım ise; feysbukun tüm cıvıklıklarına rağmen sadece oradan haberleştiğim arkadaşlarım var. Bu sebeple kapatamıyorum.

10. Buraya kadar olan soruları geçen yaz hazırlamıştım. Şimdi olsa bambaşka sorular sorar mıydım, bilemiyorum. Peki sen bu soruları yazın cevaplayabilmiş olsaydın çok başka cevaplar verir miydin?

Yani sanırım ben de bunlara benzer cevaplar verirdim sinemcan, geçen süre zarfında bazı olgulara bakış açımı, bir şeylere inancımı sarsan şeyler de yaşadım ama biz senle bunlar zaten “elimizde bunlar var, mutlu olmaya yeter mi yetmez mi?” seanslarımızda masaya yatırıyoruz. 6 ay sonra gene sor bak istersen durum değişecek mi? J


işte böyle.





17 Şubat 2011 Perşembe

son paragraf için yazılan bol paragraflı bi post

toz şekeri gibi dağıldım desem yeridir. evin dışında çoook fazla vakit geçirmek durumunda kalıncası, çok şeye fırsat olmuyor. mesela dizi izleme olayını neredeyse komple kapadım gibi. bi house izliyorum, bi glee izliyorum bi how ı met your mother bir de the big bang theory. böyle ard arda yazınca çok gibi göründü ama görünmesin zira neredeyse tatil arası bölüm yayınlama gibi bi şey yaptı bunlar. bi havalandılar. bi bi şey oldu yani. 60 gün ara verir mi bi dizi ya? el insaf. tamam eyvallah film gibi çekiyosunuz dizileri ama düzenli olarak 2 haftada bir yayınlayın olsun bitsin, ne olur sanki?


evin dışında çoook vakit geçirmemin başlıca sebebi tabiki işim. haftada en az 3 gün öğlen 1 akşam 10 çalışıyorum. diğer günlerde de sabah 10 akşam 7 çalışıyorum. bu kadar uzun saatler çalışınca takdir edersiniz ki geriye bir şey yapmak isteseniz bile pek vakit kalmıyor. yaklaşık iki haftadır 7'de çıktığım günler işten çıktıktan sonra eve gelmek yerine ya sinemaya gidiyorum ya da kahve içmeye gidiyorum. dolayısıyla evde sadece uyumaya vakit oluyor. kahve içmek için gittiğim yere de o kadar sık gider oldum ki, artık adımı ve ne isteyeceğimi biliyorlar. tam emerıkın oldum lan. hehe.


ikidir sonu mutsuz aşk filmi izliyorum ve inanmazsınız kendimi iyi hissediyorum. filmlerin film olan tarafları değil de gerçek hayatta olabilecek kısımları ve mutsuz sonu bir araya getirince, kendi kendime diyorum ki "lan bak böyle bir aşk bile mutsuz bitti, senin başına neden iyi bi şey gelsin?" biraz manyakça gelebilir kulağa ama öyle. şu kadar kusursuz aşk bile olmadı, olduramadılar. aşk benim neyime diyorum kahvemi içiyorum, keyfime bakıyorum.


gün içinde çok fazla şey düşünüyorum, çok yazı yazmak istiyorum ama o an yazamıyorum ya, her şey gidiyor arkadaş. şu blogu açıp bi şeyler yazmaya çalışıyorum ama pek beceremiyorum gibi geliyor yoksa şüphen mi var?


mail aracılığıyla edindiğim başka hayatları izleme şansımı devam ettirmek istiyorum. tivitırdan severek takiplediğim ve dinlemek istediğim (şu ana kadar harekete geçmediğim) insanlara sirayet edesim var yine. ama sirayet edecek konu yok yahu.


benim bu pişkinliğimin sebebi de Gökçe ile Çağrı. ben ikisine de farklı zamanlarda "ay sen aşırı derecede sevimli bi şeysin öyle anlatılacak gibi değil, sen anlat ben dinlerim" dedim. geri çevirmediler beni. birisi HAYIR diyene kadar böyle devam edicem herhaldeyse. merak kediyi öldürür derler ama hakkımda hayırlısı.


127 hours, the king's speech, the fighter, black swan. hepsini izledim. hepsini beğendim. aslında teke tekte bıraksan sabaha kadar konuşurum ama mesela tivitırdan falan spoiler olacak diye hiçbi şey yazamıyorum içimde kalıyor. spoiler işi beni hiç bozmuyo açıkcası, ama izlememiş olanlara saygısızlık gibi geliyor ondan ötürü yazamıyorum. ühü. gerçi sinema blogunda yazarlığım var, orada değerlendirebilirim bu filmleri. niye serzendiysem. yazı yazarken genel olarak bi serzeniş halinde oluyorum ondan herhalde.


son olarak, aslında sadece belli bir konu üzerinden bi insanla tanışınca, tanışmış sayılmamak lazım. daha doğrusu o konu dışında kalan  o insanla ilgili her şeyi sen kafandan tamamlıyosun. dolayısıyla aslında olmayan bi insanla arkadaşlık ediyosun. senin hayalindeki kişi olduğuna inandırdığın için kendini, çok süper çok da süper güzel iyi sanıyosun o kişiyi. halbuki o da bi insan işte. daha fazlası değil.

19 Ocak 2011 Çarşamba

afyon degil ayfon hihehe

Hayatıma 3 farklı yerden 3 adet Çağrı girdi. Gerçi birisini ben zorla soktum. Öbürkini servisten tanıyorum, çok iyi bir insan bir çocuk babası sabah 10 akşam 10 çalışıyor, telefonumun şarjı bittiğinde telefonunu kullanmama izin verdi. Diğeri bizim IT departmanında çalışan bir nördaley. Kendisi ile benim dışımda kimse iletişim kuramıyor, halbuki çok eğlenceli bir çocuk. Hayatıma zorla soktuğum da çok entellektüel ve esprili bir arkadaşımız. Seviyoruz kendisini.

Bindiğim servis sayesinde her gün zamanda yolculuk yapıyor sayıyorum kendimi. Radyoda çalan azer bülbül, upuzun saçlarına tost yapan kız sayesinde. ilgili bkz: şu ve bu

Ayfon aldım dostlar. ve galibaysa kendisi ile aşk yaşıyoruz. arkadaş adamlar çok güzel yapmış ya. her şeyleri bi ayrı güzel. bi de apple'ın böyle bi ingiliz beyefendisi tavrı var. mesafeli ama çok kibar ve düşünceli. tanesi 0.99 dolardan iki tane application satın almıştım appstore'dan. iki gün sonra yaşadığım adrese ve ismime kesilmiş faturanın maili geldi. yasal zorunluluktan olduğunu biliyorum ama çok sevimli değil mi ya? adamlar yasal ama sevimli beyler.

bir de ayfonun sosyal statu göstergesi olması ile ilgili bi durumlar var. bende aslında ayranı yok içmeye tahtravanla gider sıçmaya ekolü gibi oldum. ama öyle değil. sosyal medyayı ve interneti aktif olarak kullanmaya çalışan biri olarak gerçekten tam da ihtiyacım olan şeyi aldım. sadece gösteriş için değil, üstelik miras değil alın teri.

iki tane satış felaketi anlatacağım. ikisi de bizzat benim başımdan geçti. birincisi, ayfonu aldıktan sonra, daha önce kızkardeşime telefon aldığımız telefoncuya gittim. dedim ben türkçe karakter kullanmak istiyorum bu ayfonda, ilk aldığımda aslında vardı o özellik ama ben telefonu kitleyip restore etmek zorunda kalınca gitti o özellik dedim. adam da aa ayfon mu aldın? kaça aldın? nereden aldın? aa çok pahalıya almışsın aynı fiyata ben daha iyisini satıyorum hem senin aldığın da baya çizikmiş dedi. ölür müsün öldürür müsün şimdi? 

ikincisi ise, pek sevgili kuaförüm işten ayrıldığı için ben de o kuaföre Eren olmadığı için gitmek istemediğimden başka bi kuaföre gittim. orta yaşlı bir amca. sordu, ne yapcaz diye, dedim fön. buyrun oturun dedi. oturmamla daha bi hafta önce kestirdiğim ve herkesin bayıldığı saç şeklime bok atması bir oldu. bak bu saçın birbiriyle alakası yok, ben bunu bi keseyim dedi. ben de soğuk bir şekilde siz fön çekin yeter kesmeye gerek yok dedim.

bu iki dükkana da bi daha adımımı atmam ben. başkalarının yaptığı işlere bok atarak bir şeyler yapmaya çalışan insanlar her yerdeler. ama bilmiyorlar ki takdir etmedikçe, takdir edilmeyecekler. bokkafalar. 

Tivıtırı ne kadar sevdiğimden bahsetmiş miydim? muhtemelen evet. bir kez daha belirtmek isterim. çok seviyorum tivitır seni. hastasınım. tivitır sayesinde tanıdığım insanları da çok seviyorum, tanıyamadığım ama hergün yazdıklarını ilgiyle ve heyecanla okuduğum insanları da çok seviyorum. bir nevi sevgi kelanbeğiyim.