26 Aralık 2012 Çarşamba

bir stalker'ın günlügünden notlar gibi ama alakası yok

tanıyıp tanımadığımdan emin olmadığım biriyle iletişim kurmak durumunda kalınca duyduğum rahatsızlığı tarif etmem mümkün değil. bu durum yüz yüzeyken olsa kolay. ya sizi bir yerden tanıyorum ama nereden diye muhabbete girersin ve bir şekilde anlarsın karşındakinin kim olduğunu. bir de bunun sosyal ağ versiyonu var biraz daha değişik ve kesinlikle daha gıcık. o da şöyle, insanlar genelde birden fazla sosyal platform kullanıyorlar, en azından benim çevremdekiler öyle. ve genelde de her sosyal ağ için ayrı nick seçmektense bir nick tercih edip onu bütün ağlarda kullanıyorlar. ya da farklı bir nick kullanmış olsalar bile profil fotoğrafları ortak olabiliyor ya da en kötü ihtimalle sosyal ağları birbirine bağlayabiliyorlar, birinde diğerinin linkini bulmak ve o hesabın kime ait olduğunu anlamak kolay oluyor. fakat bi de bu işi böyle yapmayanlar var ki o çok kötü. ne profil fotoğrafı aynı, ne nick aynı, ne de link var. belki başka bir yerden tanıyorsunuz o insanı ama o insanın o olduğunu bilemiyorsunuz. çok iğrenç değil mi? ben aşırı rahatsız oluyorum böyle olunca. bu da sürekli başıma gelen bir şey değil ama yine de nadiren de olsa rastlıyorum. tanımadığım insanla muhabbet ederken zerre rahatsız olmuyorum da tanıyıp tanımadığımdan emin olmadığım biriyle konuşurken aşırı rahatsız oluyorum. kimsin la sen diye sorasım geliyor ama hanımefendi çizgimden çıkmıyorum. sadjkfaskdjf yerseniz.

19 Aralık 2012 Çarşamba

pffft.


herhangi bir insanla herhangi bir konuyla ilgili iletişim kurmaya çalışırken karşımdakinin bana belli bir süre cevap vermemesinin benimle ilgili olmadığını hala kendime öğretebilmiş değilim. kendimi çok önemsiyorum ondan böyle oluyor. halbuki karşıdaki kişinin benimle bir alıp veremediği yok, sadece uygun vakti bulamamış ya da müsait olamamıştır. yoksa ortada bariz bir sorun yoksa neden benimle iletişmek istemesin. deli değil a.



14 Aralık 2012 Cuma

me


mirror mirror'ı izledim iki gün önce. pamuk prenses ve yedi cücelere alternatif bir hikaye yazmışlar. fırsatınız olursa indirin izleyin, neşeli bir şey. ayrıca snow white'ı ilk kim pamuk prenses olarak çevirdiyse kendisini tebrik ediyorum. birebir çevirisi kıytırık oluyor zira. çeviren kişi hayalgücünü konuşturmuş çok da iyi güzel yapmış, ellerine sağlık.

sizin hiç göbek deliğiniz pişik oldu mu? benim oldu ya aslkdalfdk. çok marjinal bir insan olduğum için........... annem spor yapıyosun ondan oldu kesin filan dedi ama ben 6 aydır spor yapıyorum niye şimdi oldu anlamadım. bi de saçlarım aşırı derecede dökülüyor, tomboy kestirmeyi düşünüyorum. hem spor yaparken de kolaylık olur. bilemedim.

ya esas o değil de ben uzun zamandır Sherlock izlemiyorum, Benedict'in o aşırı karizmatik sesini unutmuşum. iki gün önce parade's end'i indirdim, izlemeye başladım da allahım o nasıl bir ses tövbe estafurullah ya. herkes adamı çirkin buluyor ki bence asla çirkin değil aksine fazla muntazam bir yüzü var, adamın sesi yeter ya. o konuşmaya başlayınca her şeyi unutuyor insan. bi tek şeyi unutamıyorum, o da sherlock'un yeni sezonuna daha bir yıl var, ki neredeyse bir yıldır bekliyoruz zaten. ibneler bi an önce çekin de yayınlayın şu Sherlock'u öldük burada beklemekten. 2013 christmas ne aq. şeklinde ağzımı dahi bozuyorum. u_u

birkaçtır doctor who'daki son doktoru neden çok sevdiğimi insanlara açıklamak zorunda kaldım. aşk bu, ben size soruyor muyum niye gittin x kişiye aşık oldun diye. sormuyorum. neden? çünkü aşkta anlam aramıyorum. matt naber bebeğim seni çok seviyom.

ntv tarih çok iyi bir iş yapmış Oğuz Atay'ın 35. ölüm yıldönümünde kızından aldıkları mektupları yayınlamış bir de dosya hazırlamışlar. Oğuz Atay'ın yazar tarafını değil de geri kalan taraflarını ortaya koymaya çalışmışlar. çok başarılı bir dosya olmuş, hazırlayanların ellerine sağlık. Dergide Atay'ın mektupları var hem de baya bildiğiniz mektubu taratıp koymuşlar dergiye, çok da güzel yazıyormuş. bir de mektup yazma şekli de çok hoş. sanki karşısındaki ile diyalog halindeymiş gibi yazmış. hani biriyle muhabbet edersiniz de bazı yerlerde karşınızdakinin sizi anlamadığını fark ettiğinizde ya da sizi dinleyip dinlemediğinden emin olmak için "efendim?" dersiniz ya Atay da mektuplarına bazı yerlerde bu kelimeyi kullanmış. mektubu okurken Atay ile birebir muhabbet ediyor gibi oluyor insan, pek hoş. 

bi tane de kızı Özge'ye yazdığı mektup var, berdevam diye bir kelime kullanmış. sonra da parantez açmış "devam ediyor, sürüyor demek - siz gençler bu sözcükleri bilmezsiniz" diyip parantezi kapamış. böyle bir insanın elinin altında bulunmak epey zor olsa gerek, hasret dolu mektup yazayım derken adam kendini laf sokarken buluyor. ehehe.

ben de bu vesile ile 25 kere başlayıp fakat bir türlü bitireme becerisi gösteremediğim tutunamayanlara bir daha başlamayı düşünüyorum. kitap kalın olduğu için yanımda taşımak zor oluyor filan diye bahanedeydim, artık bir e-readerım var içinde de tutunamayanlar var. bahanem de kalmadı. bir de yıl içerisinde korkuyu beklerken'i okudum, çok da beğendim. daha bir ısındım Oğuz Bey'e. inşallah okuyacağım işte bu şekil.

bizim bir arkadaş ekolü: Oğuz Atay'ın kitaplarını okuyup, kendisini çok sevip, öldüğü gün doğmak çok değişik bir duygu olsa gerek. kutlu olsun.

mektup demişken kendi mektubuma gelelim. ehehehe

Fatma kızkardeşimle organize olup bana sürpriz kargo yollamış ya. içinde de çok istediğim tilkili kupa, doğumgünümde telefonda konuşurken güzel bir defter ve kalem bulursam alacaktım ama bulamadım dediğim için bir defter ve çok güzel yeşil yazan bir kalem bir de 3 sayfalık mektup vardı. mektup almak çok başka bir duygu, bunu unutmuşum. okurken o kadar mutlu oldum ki. hediye işi zaten başlı başına çok güzel bir olay. ister al ister ver her iki açıdan da çok harika şeyler hissediyor insan. bir de bu hediye kargo sayesinde öğrendik ki mng kargo iğrenç bir firma, istanbuldan ankaraya bir kargoyu 3-4 günde ancak şubeye getirebilmelerinin hiçbir mantıklı açıklaması yok. aynı işi yurtiçi kargo 24 saatten az bir sürede yapıyor. bokkafalar.

ben birilerini çekiştirecektim ama unuttum yine aksfdjalf neyse şimdilik bu kadar.

öpt bye.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Let it die*

hello.

iki gece önce hafif karnım ağrıyarak uyumak üzere yatağıma uzandım. uyumaya çalışırken bu karın ağrısı sabaha doğru kesin şiddetini arttıracak en iyisi başucuma ağrı kesici koyayım dedim ve öyle yaptım. sonra da uyudum. sabah 4:30'da hiçbir yanım ağrımadığı halde uyandım. e neden karnım ağrımıyor ve ağrımıyorsa ben neden uyandım amk diye sinirlendim aksdjfals sonra tuvalete gidip-gelip, su içip geri yattım. böyle de mal bir insanım.

rejim süresince rejime uygun yemek tariflerini takiblediğim sitede kilo koruma döneminde yapabileceğim bir tarif buldum. kadın haşlanmış kuru fasulyeden kakao soslu kek yapmış, çok orijinal bir fikir diyip derhal ben de yaptım. hakikaten çok güzel oldu tadı. fasulyeden kek mi olurmuş dememek lazım, insanlar neler yabıyor.

yeni fikirlere her zaman açık olmaya çalışan bir insan olarak (şaka lan sıkıntıdan heb) forsukayır işine girdim. ben bu forsukayıra bu zamana kadar hep "ya benim nerede olduğumla kim ilgilenir, check-in çok rerörerö" diye karşı çıkıyordum. ve fakat forsukayır bundan ibaret değilmiş ki. zaten ben düzenli olarak beş mekan arasında hareket bir insanım ama mühim olan benim check-in yapmam değil. forsukayırı benim gibi az değil çok gezenler kullanıyor ve dolayısıyla gittikleri yerler hakkında fikirler verebiliyorlar. bu da uzun vadede işe yarayan faydalı bilgiler haline geliyor. hoşuma da gitti aklıma da yattı ne yalan söyleyeyim.

ondan sonracıma, havalar geçen kışa göre daha yumuşak olmakla birlikte baya ayarında gidiyor. kış gibi kış yaşıyoruz. bu kış için, eylülden beri haftada 1-2 kere uzun yürüyüşler yapmayı alışkanlık haline getirmiş biri olarak havaları bahane edip evde otururum diye düşünüyordum ve fakat öyle olmadı. kuzeyliler kışın hiç mi sokağa çıkmıyor canım aaaa evde otur otur nereye kadar diyip aylaklık etmek üzere kendimi sokaklara atıyorum. başlarda biraz zor oldu ama sonra kulağımda müzik, üzerimde sıcak tutacak bir montla yürümelere devam ediyorum. işin tek kötü tarafı 4 gibi hava kararıyor, işin tadı biraz kaçıyor.

Arrow ve The Hour'u izlicem demiştim. Arrow'un yayınlanan tüm bölümlerini izledim. Yakışıklı anti-hero merakınız varsa, batmani de seviyorsanız izleyin derim. yani batman seviyor derken hikaye copy-paste değil ama temel olarak aynı hikaye işte. zengin adam gündüz şımarık zengin piçi, geceleri suçlu avlayan bir hero mu villian mı bir şey işte.

The Hour'un ise henüz 3 bölümünü izledim. Ben Whishaw'u çok beğenen bir insan olaraktan severek izliyorum. Newsroom izleyeniniz varsa (ben bir bölümünün başına bakıp sıkılıp bıraktımdı) the hour da onun gibi ama ingiliz versiyonu bi de geçtiği zaman dilimi daha eski 1950-1960lar filan olsa gerek. neşeli eğlenceli dizi değil ama her diziden beklentimiz bizi eğlendirmesi yönünde olacak değil ya. diğ mi. diğ miii.

doctor who tişörtü istiyorum ya. çok istiyorum ama öyle böyle değil. bi de starbaksın tilkili kupaları çok güzel onu da istiyorum. bu ay yine kıtlıktan çıkmışçasına kitap almasaydım bunlara da bütçe ayırırdım. neyse belki kupalar bitmeden alırım, tişört işini de bir iki aya kadar hallederim diye umuyorum. aslında güzel tişört bulsam hemen baskıcıda alıcam soluğu da tişört bulamadım. bulsaydım iyiydi.

ya bi de overly attached fangirl demezseniz ben tardis dövmesi istiyorum. '-' yaptırmaktan emin değilim ama internette bakındım, çok güzel tardis dövmeleri var. bazısı tabii kafayı yemiş komple sırtını dövdürmüş benimkisi öyle değil el bileğimde miniminnacık bir tardis olsun istiyorum. bluest blue ever rengi ile. çogzel olur binci. bu birinci, notalardan oluşan dövme de ikinci olsun istiyorum. kıfsmet bakalım. henüz param yok fikirlerden de emin değilim ama düşünüyorum işte.

kimseye yapamadığımız bikbiki yapabilmek için blog, twitter, tumblr açıyoruz sonra oradakilere ayıp olmasın aman üstüne alınmasın filan diyip bi bok yazamıyoruz. meh.

rabbim hepimize Sait Faik naifliğinden nasib eylesin. and amin.

dil-tarih nedense kings of leon ile özdeşleşmiş durumda. okulda en az bir tane kings of leon dinliyorum. dün okulda sadece kings of leon dinledim hatta. bu şekil.

bir şeyler daha diyeceğidim amma velakin unuttum. bir sonrakine inşallah.

*Feist'in tüm şarkıları çok güzel de bu öldüren cazibe adeta. :I







6 Aralık 2012 Perşembe

7


kitap(Cem Akaş-7) elime geçeli 24 saat olmadan bitti. okuması oldukça rahat, adeta aqıyor alksdflşakfd. dün "deli saçması gibi" demiştim. tamam o kadar da deli saçması değilmiş ama bazı yerleri hakikaten deli saçmasıydı. bi de bu "yeni din yaratma" mevzusu benim hiç ilgimi çekmiyor belki ondan bana deli saçması gibi geldi. ha tabii yazarın yeni din yaratma mevzusunu kitapta kullanıldığı şekline bakarak dinle dalga geçtiğini varsaymak mümkün. 

hazır kitap demişken kaçtır bir şey söyleyeceğim unutuyorum; ne zamandır James Joyce okumak istiyorum fakat bu amcamız çok zor diye duydum oralardan buralardan o yüzden de çekiniyordum kitaplarını almaya. geçen gün arkadaş kitabevinde Dublinler'i indirimde görünce dur bi kurcalayayım dedim. James Joyce'un bu kitabında minik minik öyküler varmış. tüm öykülerin fonunu Dublin oluşturuyormuş ve bu kitapta yer alan minik hikayelerin karakterleri yazarın diğer kitaplarında karşımıza çıkıyormuş. kitabın arkasında yer alan bu cümleleri okuyunca hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. zira en bi sevdiğim Barış Bıçakçı da James Joyce'un izinden gitmiş ya la!

Barış Bıçakçı'nın Herkes herkes ile dostmuş gibi kitabı Bıçakçı'nın ilk kitabı ve Ankara'nın fon olduğu bir sürü minik hikaye var içerisinde. o hikayelerdeki tipler daha sonraki 6 kitapta karşımıza çıkıyor. her ne kadar başka bir yazarın tarzına öykünmek kulağa çok hoş gelmese de, Bıçakçı'nın Joyce'u okuyup, anlayıp, çok beğenip yöntem olarak ondan faydalanması beni çok sevindirdi. kısa zamanda dublinleri okuyup bir kıyaslama yapmak istiyorum.

önce Sherlock sonra Doctor Who sayesinde BBC yapımları ile kafayı bozduğum herkesin malumu. Bir yandan çok az da olsa başka şeyler de izliyorum. bunlardan bir tanesi de Sherlock'un Amerikan versiyonu(başka şeyler izliyorum derken çok da başka değil akfjdalfşalsf). Dövmeli bir sherlock gerçekten ağzımın suyunu biraz akıttı ve fakat Benedict'in su götürmez karizmasının yanında bu abimiz -ki kendisi de ingiliz olur- baya pespaye kalıyor. bi kere çok kötü giyiniyor. aksanı ve kendine has bir duruşu da yok. Sherlock'un companion'ının kadın olması kötü olmamış. ama benim aklım tek bir şeyi almadı. Joan Watson ablamız cerrah iken hastası ameliyat masasından kalkmayınca doktorluğu bırakıp nasıl psikolog olmuş? tam psikolog değil tabii. adı "sober companion" bi nevi yaşam koçluğu fakat bu kadının verdiği yaşam koçluğu hizmetine bakacak olursak baya iyi bir psikoloji eğitimi aldığını varsaymamız gerekir. cerrah-psikolog benim aklıma yatmadı. ama Lucy Lu güzel kadın. maşallah.

dizi ise genel olarak CSI: New York'tan farklı değil. İngilizlerin Sherlock'undan farklı olsun diye böyle yaptık tarzında bir savunmaları olabilir ama genel hollywood polisiyelerinden tek farkı Sherlock tipi detaycılık. Sherlock'un baktığı, gözlemlediği her şeyi çok iyi analiz edebilmesi haricinde bir farklılık yok ki bunu aslında farklılık olarak değerlendirmek saçma olur, çünkü tüm Sherlockların olayı bu. velhasıl, canım pek iyi kotaramamışsınız new yorklu sherlock'u ama yine de izliyoruz. Dün Arrow'u indirdim çok yakışıklı bi abi varmış sırf o yüzden bi bakıcam. bir de tivitırdan sisterhoodum Gülşan the Hour'u tavsiye etti onu da indirdim Ben Whishaw var diye. ikisine de bakacağım önümüzdeki hafta. yakışıklı oyuncuya doyacağım. sığ izleyici olmak zor alsdkflasfk.

insanların diğer insanlarla olan iletişimleri kimi zaman sadece "elinin altında bulunması" şeklinde cereyan edebiliyor. biri diğerini elinin altında hissetmeyince huzursuz oluyor tekrar elinin altında hazır bulunmasını sağlamaya çalışıyor. normal bir iletişim asla yok. çok nadir iki kelam ediliyor onun dışında biri diğeri için hazır kıta bekliyor. soru şu: hazır kıta bekleyen mi yoksa bekleten mi daha mal?

saat 16:00 olmadan ışık açmak zorunda kaldığım bu havalara lanet olsun dostum. 

5 Aralık 2012 Çarşamba

skyfall*

Annem salonda yalnız başına oturmasın diye onunla otura otura çeşitli televizyon programlarına maruz kaldım doğal olarak. televizyonun doğada bulunmayan bir şey olmasına rağmen bu durumun doğal olması başka bir tartışma konusu olarak kenarda dursun. ben başka bir şey diyeceğim. sanayi devriminin ilk yıllarında sanayide çalışacak çok sayıda insana ihtiyaç olduğu ve bununla birlikte nüfusun kalabalık olmamasına bağlı olarak çocuklar da çalıştırılıyordu. tabii sadece nüfusun kalabalık olmaması bunda etken değil, bundan daha önemlisi çocuk işçilere daha az para ödeniyor olmasıydı. ha keza kadınlar da aynı muameleye maruz kalıyorlardı.

bu konunun tv programlarıyla ne alakası var derseniz, şöyle düşünüyorum; tv'deki özellikle yetenek yarışmalarına ve talk showlara çıkarılan çocuklar da çocuk işçi değil mi? çocuğun herhangi bir şeyi taklit edebiliyor olması, bunu severek yapması onun zorlu show business işlerine göğüs germesini gerektirir mi? bu çocuk kendi kararlarını veremeyecek yaşta olduğuna göre ailesi bu çocuğun yetenek sayılabilen veya sayılamayan vasfı üzerinden para kazanma gayretinde ise bu işte bir yanlışlık yok mu?

acun gibi mal bir herifin "bunu nasıl paraya dönüştürebilirim?" dürtüsü yüzünden tüm ülkecek olmayan yeteneklerimizi sergileme gayretindeyiz. adamın kurduğu büyük sömürü düzeninden dem vurup sosyal mesaja bağlayacak değilim, sadece izlediklerimden aşırı derecede rahatsız oluyorum. delilik başka bir şey değil.

23 haziran'da büyük bir gazla başlayıp, inatla devam ettirdiğim rejimimin bugün itibari ile 3. aşamasına geçmiş bulunmaktayım. en zorlu evre 2. evre idi, onu birkaç kilo fazlam olduğunun farkında ve bilincinde olmama rağmen bıraktım. 5,5 ay sonunda mental olarak yorulduğumu hissediyorum. bir de kilo freak bir insan olmaktan korktum biraz. Fatma'nın "ya sinem 16 kilo olup hala çok kiloluyum diyen kız gibi mi olacaksın allah aşkına, kendine kiloluyup diyip durma" demesinin üzerine düşündüm, her şeyin fazlası zarar anacım. 

bu kilo mevzusunu da ne burada, ne başka mecrada dillendirmedim. sonra da bunun üzerine düşündüm epeyce. blog ve birçok sosyal medya aracını kullanarak kendini ifade eden, durumunu anlatan şeyler yazmayı bu kadar seven bir insan olarak başarılı olduğum bir şeyi saklama ihtiyacını neden duydum acaba? kilo vermek başarılı bir durum evet ama bu başkalarıyla paylaşıldığında gösteriş yapılacak bir şey değil aslında. yani akademik bir başarı olsa ya da işle ilgili bir başarı olsa bu durumdan sürekli olarak bahsetmek hoş olmayabilir. çünkü o elde edilen başarı bir noktada sabitleniyor. ama kilo verme durumu sürekli değişen, gelişen bir şey. iyiye veya kötüye gidebilir. üstelik iş ve akademi herkesin çok şanslı olduğu ve başarı gösterebileceği alanlar olmayabilir, fakat kilo verme işi herkes için inisiyatif alınacak, denenebilecek bir şey.

genel olarak başımıza gelen iyi şeylerden ya da gerçekleştirdiğimiz başarılardan bahsetmekten çekinme eğilimimiz aslında bize haksızlık değil mi? bu cümleyi çoğul olarak kurdum çünkü hepimiz için geçerli bir durum söz konusu. çok sevdiğim şimdi mekansal olarak ayrı olduğum bir arkadaşım için de aynı şeyi düşünüyorum. şu anda hayatının en güzel dönemini yaşıyor, her anlamda çok mutlu. ama bırakın bunlar üzerine yazı yazmayı, benimle konuşurken bile "acaba mutlu olduğum şeyleri anlatırken karşımdakini sıkıyor muyum" kaygısı güdüyor eminim ki. 

halbuki buraya, şuraya yazdığımız şeyler edebi kaygısı olup olmamasından bağımsız olarak kendimize not. iki sene sonra açıp okuduğumuzda bu zamanlarda neler olup bittiğini görebileceğiz. yazı yazma alışkanlığı olan insanlar için büyük nimet bu.

27. yaşımın içindeyim ve yeni arkadaş edinmekten usandım. var olanları korumak için göstermem gereken çabayı bile kimi zaman göstermiyorum sanırım. bu yaştan sonra yeni insan tanıyıp, arkadaş olmak ve arkadaş kalmak imkansız geliyor. (büyük konuştum bakalım başıma bir şey gelecek mi?)

son iki ayda 3 yüzyüze(bir tanesi ile önceden bir kere buluştuk ama sayılmaz o) tanımadığım insanla 3 ayrı vakitte buluştum/kaynaştım. bu görüşmeler benim değil, karşımdaki insanın talebiyle gerçekleşti. görüşme sırasında anladım ki, bu görüşmelerin temel sebebi benimle görüşüp muhabbet etmek değildi. görüşecek gün ve saatte yapılacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için veya konuşacakları konulardan başkalarının sıkılması ihtimalinin olduğu ama bana istedikleri gibi konuşabileceklerinin farkında olmalarıydı. görüştüğüm insanları seviyorum, insanların birbirlerini -ne kadar severlerse sevsinler- kullandıklarını biliyorum. ama yine de sevmiyorum böyle şeyleri. hiçkimse ikinci ihtimal olmayı istemez, hiçkimse rebound(kavram doğru değil ama anladınız bence demek istediğimi) olmak istemez, kimse consolation prize olmak istemez. ben de istemiyorum. kimseyi de zorlamıyorum benimle kaynaşsınlar diye. yani bir zamanlar yapıyordum ama ağzım yandı o işten de. 

yıl boyunca iki kere, gün boyu tek bir kitabı okuyup bitirmişliğim var, biraz kafa sikiyor ama gerçekten şahane bir olay. herkese tavsiye ederim. bugün de o günlerden biri gibi geliyor. cumartesi günü nadirkitap'ta ne zamandır almak istediğim fakat piyasada 20. yıl özel baskısı 35 lira olan Cem Akaş'ın 7 isimli kitabını 8 liraya buldum ve hemen çöktüm tabii ki. bugün elime ulaştı kitap, üstelik de sadece 2 liracık kargo aldılar benden. kargo ücretini duyunca halaya duracaktım fakat kargocu abi çok ciddiydi, şey edemedim. kitabı böyle sevinçle alınca hemen başladım, punto ve sayfa düzeni gereği çarçabuk ilerliyor kitab, 10 dakikada 30 sayfa filan okunuyor rahatlıkla. biraz deli saçması gibi ama bakalım. genelde böyle "gizli kült" kitaplar bende deli saçması hissiyatı uyandırıyor ondan dedim deli saçması diye. kitap bitince fikrim tamamen değişebilir onu da belirteyim, çamurluğumu da yapayım.

hazır kitaptan ve kitabın 20. yıl özel basımının 35 lira olmasından bahsetmişken, 6:45 yayınlarına ve kaybedenler klübüne de çemkirip yazıyı bağlayayım. filmdeki tiplerin aslında kaybeden olmadıklarını, burjuvanın allahı olduklarını, kaybetmekten kasıtlarının aslında sadece burjuva varoluş sancısından başka bir şey olmadığını düşünüyorum. kaybetmek öyle olmaz canım. birinin barı, müzik marketi öbürünün yayınevi var.  kaybeden olmak tabii ki sadece maddi olarak kaybetmekle sınırlanamaz ve fakat bu abilerin manen de bir şey kaybettikleri yok, istedikleri hayatı yaşayan herhangi bir insanın kaybettiği bir şey yoktur. ha belki ne aradığını bilmiyorsa bulduklarının farkında değildir. dolayısıyla bulduğu şeyi bilmemek kaybeden olmak demek değildir nazarımda. 

neymiş efendim bastığım kitaplar satmıyor bikbikbik. hocam sen 250 sayfalık, üstelik türkçe yazılmış (dolayısıyla çevirmene para veriyorum ondan pahalı diyemez) bir kitaba 20. yıl özel sayısı diyip 35 liraya insanlara iteklemeye çalışırsan tabii ki o kitap satmaz. hayır bir de kitapçılardaki eski basımları da topladınız mı naptınız, herkes yeni basım satıyor. 35 lira lan. 35.

"ama olur mu yææ özel basım bu sadece 1000 adet basılmış" derseniz ağzınıza vurmaktan çekinmem. çünkü özel basım dediğiniz şey meta fetişinden çok bağımsız bir şey değil. kaldı ki özel basım yapılacaksa 100 adet bas bari koleksiyonerler toplasın da hakkaten özel bir şey olsun. basmışsın 1000 adet ondan sonra özel diyosun. ayrıca kitabın kapağı da bok gibi olmuş, sert kapak gibi görünüyor ama basit mukavvadan yapılmış, hemen kenarları yıpranır onun. saklamak istesen uzun seneler saklayamazsın. hıh.

ama çok sinirlettiler ya, oh rahatladım şimdi.

hadi selametle anacım.

*filmin şarkısı mikemmel değil mi, onu dinliyordum da yazıyı yazarken. aro adele bacım.