5 Aralık 2012 Çarşamba

skyfall*

Annem salonda yalnız başına oturmasın diye onunla otura otura çeşitli televizyon programlarına maruz kaldım doğal olarak. televizyonun doğada bulunmayan bir şey olmasına rağmen bu durumun doğal olması başka bir tartışma konusu olarak kenarda dursun. ben başka bir şey diyeceğim. sanayi devriminin ilk yıllarında sanayide çalışacak çok sayıda insana ihtiyaç olduğu ve bununla birlikte nüfusun kalabalık olmamasına bağlı olarak çocuklar da çalıştırılıyordu. tabii sadece nüfusun kalabalık olmaması bunda etken değil, bundan daha önemlisi çocuk işçilere daha az para ödeniyor olmasıydı. ha keza kadınlar da aynı muameleye maruz kalıyorlardı.

bu konunun tv programlarıyla ne alakası var derseniz, şöyle düşünüyorum; tv'deki özellikle yetenek yarışmalarına ve talk showlara çıkarılan çocuklar da çocuk işçi değil mi? çocuğun herhangi bir şeyi taklit edebiliyor olması, bunu severek yapması onun zorlu show business işlerine göğüs germesini gerektirir mi? bu çocuk kendi kararlarını veremeyecek yaşta olduğuna göre ailesi bu çocuğun yetenek sayılabilen veya sayılamayan vasfı üzerinden para kazanma gayretinde ise bu işte bir yanlışlık yok mu?

acun gibi mal bir herifin "bunu nasıl paraya dönüştürebilirim?" dürtüsü yüzünden tüm ülkecek olmayan yeteneklerimizi sergileme gayretindeyiz. adamın kurduğu büyük sömürü düzeninden dem vurup sosyal mesaja bağlayacak değilim, sadece izlediklerimden aşırı derecede rahatsız oluyorum. delilik başka bir şey değil.

23 haziran'da büyük bir gazla başlayıp, inatla devam ettirdiğim rejimimin bugün itibari ile 3. aşamasına geçmiş bulunmaktayım. en zorlu evre 2. evre idi, onu birkaç kilo fazlam olduğunun farkında ve bilincinde olmama rağmen bıraktım. 5,5 ay sonunda mental olarak yorulduğumu hissediyorum. bir de kilo freak bir insan olmaktan korktum biraz. Fatma'nın "ya sinem 16 kilo olup hala çok kiloluyum diyen kız gibi mi olacaksın allah aşkına, kendine kiloluyup diyip durma" demesinin üzerine düşündüm, her şeyin fazlası zarar anacım. 

bu kilo mevzusunu da ne burada, ne başka mecrada dillendirmedim. sonra da bunun üzerine düşündüm epeyce. blog ve birçok sosyal medya aracını kullanarak kendini ifade eden, durumunu anlatan şeyler yazmayı bu kadar seven bir insan olarak başarılı olduğum bir şeyi saklama ihtiyacını neden duydum acaba? kilo vermek başarılı bir durum evet ama bu başkalarıyla paylaşıldığında gösteriş yapılacak bir şey değil aslında. yani akademik bir başarı olsa ya da işle ilgili bir başarı olsa bu durumdan sürekli olarak bahsetmek hoş olmayabilir. çünkü o elde edilen başarı bir noktada sabitleniyor. ama kilo verme durumu sürekli değişen, gelişen bir şey. iyiye veya kötüye gidebilir. üstelik iş ve akademi herkesin çok şanslı olduğu ve başarı gösterebileceği alanlar olmayabilir, fakat kilo verme işi herkes için inisiyatif alınacak, denenebilecek bir şey.

genel olarak başımıza gelen iyi şeylerden ya da gerçekleştirdiğimiz başarılardan bahsetmekten çekinme eğilimimiz aslında bize haksızlık değil mi? bu cümleyi çoğul olarak kurdum çünkü hepimiz için geçerli bir durum söz konusu. çok sevdiğim şimdi mekansal olarak ayrı olduğum bir arkadaşım için de aynı şeyi düşünüyorum. şu anda hayatının en güzel dönemini yaşıyor, her anlamda çok mutlu. ama bırakın bunlar üzerine yazı yazmayı, benimle konuşurken bile "acaba mutlu olduğum şeyleri anlatırken karşımdakini sıkıyor muyum" kaygısı güdüyor eminim ki. 

halbuki buraya, şuraya yazdığımız şeyler edebi kaygısı olup olmamasından bağımsız olarak kendimize not. iki sene sonra açıp okuduğumuzda bu zamanlarda neler olup bittiğini görebileceğiz. yazı yazma alışkanlığı olan insanlar için büyük nimet bu.

27. yaşımın içindeyim ve yeni arkadaş edinmekten usandım. var olanları korumak için göstermem gereken çabayı bile kimi zaman göstermiyorum sanırım. bu yaştan sonra yeni insan tanıyıp, arkadaş olmak ve arkadaş kalmak imkansız geliyor. (büyük konuştum bakalım başıma bir şey gelecek mi?)

son iki ayda 3 yüzyüze(bir tanesi ile önceden bir kere buluştuk ama sayılmaz o) tanımadığım insanla 3 ayrı vakitte buluştum/kaynaştım. bu görüşmeler benim değil, karşımdaki insanın talebiyle gerçekleşti. görüşme sırasında anladım ki, bu görüşmelerin temel sebebi benimle görüşüp muhabbet etmek değildi. görüşecek gün ve saatte yapılacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için veya konuşacakları konulardan başkalarının sıkılması ihtimalinin olduğu ama bana istedikleri gibi konuşabileceklerinin farkında olmalarıydı. görüştüğüm insanları seviyorum, insanların birbirlerini -ne kadar severlerse sevsinler- kullandıklarını biliyorum. ama yine de sevmiyorum böyle şeyleri. hiçkimse ikinci ihtimal olmayı istemez, hiçkimse rebound(kavram doğru değil ama anladınız bence demek istediğimi) olmak istemez, kimse consolation prize olmak istemez. ben de istemiyorum. kimseyi de zorlamıyorum benimle kaynaşsınlar diye. yani bir zamanlar yapıyordum ama ağzım yandı o işten de. 

yıl boyunca iki kere, gün boyu tek bir kitabı okuyup bitirmişliğim var, biraz kafa sikiyor ama gerçekten şahane bir olay. herkese tavsiye ederim. bugün de o günlerden biri gibi geliyor. cumartesi günü nadirkitap'ta ne zamandır almak istediğim fakat piyasada 20. yıl özel baskısı 35 lira olan Cem Akaş'ın 7 isimli kitabını 8 liraya buldum ve hemen çöktüm tabii ki. bugün elime ulaştı kitap, üstelik de sadece 2 liracık kargo aldılar benden. kargo ücretini duyunca halaya duracaktım fakat kargocu abi çok ciddiydi, şey edemedim. kitabı böyle sevinçle alınca hemen başladım, punto ve sayfa düzeni gereği çarçabuk ilerliyor kitab, 10 dakikada 30 sayfa filan okunuyor rahatlıkla. biraz deli saçması gibi ama bakalım. genelde böyle "gizli kült" kitaplar bende deli saçması hissiyatı uyandırıyor ondan dedim deli saçması diye. kitap bitince fikrim tamamen değişebilir onu da belirteyim, çamurluğumu da yapayım.

hazır kitaptan ve kitabın 20. yıl özel basımının 35 lira olmasından bahsetmişken, 6:45 yayınlarına ve kaybedenler klübüne de çemkirip yazıyı bağlayayım. filmdeki tiplerin aslında kaybeden olmadıklarını, burjuvanın allahı olduklarını, kaybetmekten kasıtlarının aslında sadece burjuva varoluş sancısından başka bir şey olmadığını düşünüyorum. kaybetmek öyle olmaz canım. birinin barı, müzik marketi öbürünün yayınevi var.  kaybeden olmak tabii ki sadece maddi olarak kaybetmekle sınırlanamaz ve fakat bu abilerin manen de bir şey kaybettikleri yok, istedikleri hayatı yaşayan herhangi bir insanın kaybettiği bir şey yoktur. ha belki ne aradığını bilmiyorsa bulduklarının farkında değildir. dolayısıyla bulduğu şeyi bilmemek kaybeden olmak demek değildir nazarımda. 

neymiş efendim bastığım kitaplar satmıyor bikbikbik. hocam sen 250 sayfalık, üstelik türkçe yazılmış (dolayısıyla çevirmene para veriyorum ondan pahalı diyemez) bir kitaba 20. yıl özel sayısı diyip 35 liraya insanlara iteklemeye çalışırsan tabii ki o kitap satmaz. hayır bir de kitapçılardaki eski basımları da topladınız mı naptınız, herkes yeni basım satıyor. 35 lira lan. 35.

"ama olur mu yææ özel basım bu sadece 1000 adet basılmış" derseniz ağzınıza vurmaktan çekinmem. çünkü özel basım dediğiniz şey meta fetişinden çok bağımsız bir şey değil. kaldı ki özel basım yapılacaksa 100 adet bas bari koleksiyonerler toplasın da hakkaten özel bir şey olsun. basmışsın 1000 adet ondan sonra özel diyosun. ayrıca kitabın kapağı da bok gibi olmuş, sert kapak gibi görünüyor ama basit mukavvadan yapılmış, hemen kenarları yıpranır onun. saklamak istesen uzun seneler saklayamazsın. hıh.

ama çok sinirlettiler ya, oh rahatladım şimdi.

hadi selametle anacım.

*filmin şarkısı mikemmel değil mi, onu dinliyordum da yazıyı yazarken. aro adele bacım.

2 yorum: